Genel Klinik Bilgi – Şizoafektif Bozukluk – Şizoafektif Hastalarda TRH testi

Bu testte 4 ayrı gurup çalışma farklı sonuçlar vermiştir. Şizomanik hastalarda yapılan iki ayrı çalışmada da TRH’ya karşı TSH cevabında bir körelme görülmüştür. Şizoafektif hastaların şizofrenik alt grubunda yapılan tek çalışmada ise bu hastaların TRH ya normal TSH cevabı verdikleri görülmüştür. Şizodepresiflerle yapılan 3 çalışmadan birinde normal cevap ikisinde de körelmiş cevap olduğu gösterilmiştir. Alt tipi belirtilmeyen şizoafektif hastalarla yapılan iki çalışmadan birisinde %50 birisinde de %25 körelmiş cevap olduğu gözlenmiştir.

Bu durumda TRH testinde de aynen DST’de olduğu gibi şizodepresif hastaların daha homojen cevaplar verdiği görülmektedir.

Uyku EEG’si çekilen şizoafektif hastalarda; yine depresiflere benzer şekilde REM latensinde (uykunun başlangıcından ilk REM devresinin görüldüğü ana kadar geçen süre) kısalma, REM periyodlarında değişme ve REM yoğunluğunun daha çok uykunun başlangıcına kayması gibi değişiklikler gözlenmiştir.

Whalley (1989) psikotik hastalarda endokrin bulguları araştırırken şizoafektif bozukluğun diğer psikoz hastalarından endokrin temelde ayrılabileceğini göstermiştir. Aslında bütün psikoz hastalarında prolaktin ve kortizol sekresyonu yüksek çıkmakta ve bu endokrin değişiklik stresle herhangibir korelasyon göstermemektedir. Yani prolaktin ve kortizoldeki değişme stresden bağımsızdır. Ancak bilindiği üzere depresyonda da kortizol hipersekresyonu vardır. O nedenle kortizoldeki değişiklikler psikoz ayrımı için yeterli değildir.

Şizoafektif hastaların TSH düzeylerinde gece anlamlı bir düşüş görülmektedir. Halbuki hem normal kişilerde, hem şizofren hastalarda hem de maniklerde geceki TSH degerlerinde artış söz konusudur. Daha önce depresif hastalarda artmış plazma kortizolünün TSH sekresyonunu inhibe ettiği bildirilmişti (Nicoloff 1979). Bu bulgu, şizoafektif hastalardaki düşük TSH değerleri içinde açıklayıcı olabilir. Çünkü yukarıda Whalley (1989)’in çalışmasında şizoafektif hastalarda plazma kortizolünün yüksek bulunduğu belirtilmişti.

Ancak hemen belirtmek gerekir ki son çalışmalarda TSH ve kortizol arasında bir korelasyon bulunamamaktadır. Winokur (1983) da buna benzer bir tartışmayı depresif hastalarda yürütmüş, ve bu kişilerin TSH değerlerindeki düşmenin kortizolden bağımsız olduğunu göstermiştir (Nicoloff’un aksine) Winokur’un bu değerlendirmesiyle birlikte şizoafektif hastalardaki kortizol yükselmesiyle, TSH düşüşünü hastalığın primer bulguları olarak kabul edip, birbirinden bağımsız varolduklarını da düşünebiliriz.

Eskiden hayvan çalışmalarına dayanan bulguların ışığında, azalmış noradrenalin (NA) ve/veya serotonin aktivitesinin kortizol sekresyonuna neden olduğu zannedilirdi. Halbuki bugün kortizol sekresyonunun, artmış NAjik aktiviteye sekonder olarak ortaya çıktığı bilinmektedir (Tuomisto 1985). Öte yandan serotoninin hem kortizol hem de prolaktin sekresyonunu uyardığı unutulmamalıdır (Rivier 1986).

Şizoafektif bozukluğu, diğer psikiyatrik bozukluklardan ayıran biyolojik bulgular bu kadarla sınırlı değildir. Örneğin şizoafektif hastalarda [3H]-imipraminin plateletlere bağlanması normal kişilerle, depresif ve şizofren hastalara göre daha fazladır (Suranyi-Cadotte 1983). Benzer şekilde şizoafektif hastalarda; apomorfine karşı “growth” hormon cevabında, şizofren ve depresiflerle karşılaştırıldığında artma vardır (Hirschowitz 1986). Yine bu hastalarda, REM uykusu anında ortakulak kas aktivitesinde azalma görülür (Benson 1982).

Şizoafektif terimi ilk önce 1933de Kasanin tarafından kullanılmıştır. Ka-sanin bu başlıkla, iyi prognozlu ve afektif yüklülüğü olan şizofrenleri diğer şizofrenlerden ayırmak istemiştir.

Aslında bugünde kimi zaman kullandığımız Langfeldt’in 1939’da ortaya attığı “şizofreniform” ve Leonhard’ın 1957 de kullandığı “sikloid psikoz” kavramları şizoafektif bozukluğa denk tanı guruplarıdır. Şizoafektif bozukluk grubundaki hastalar daha çok afektif hastalara yakındır. Aile öyküsü, tedaviye cevap, prognoz, nöropsikoloji ve EEG bulguları afektif bir bozukluğu daha çok andırır (Whalley 1989). Ancak yukarıdaki biyolojik parametreleri dikkate alarak bu hastaların ayrı bir grup oluşturduklarını hem afektif, hem de psikotik guruptan ayrı olduklarını söyleyebiliriz.