Genel Klinik Bilgi – Duygudurum Bozuklukları – Yaşlılık ve Duygudurum Bozukluğu

ABD’de 65 yaş üzeri kişilerde aylık majör depresyon prevalansı %2,5 olarak ölçülmüştür. Bu sayının beklenen değerin altında olması yöntemsel sınırlılıklardan kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca bu yaştaki hastalarda çok sık ortaya çıkan fiziksel yakınmalar ve kullanılan çok sayıda ilaç da depresyonu gizleyebilir. Öte yandan yaşlılarda sık kullanılan antihipertansifler, non-steroid antienflamatuar ilaçlar, bazı analjezikler ve kortikosteroidlerin depresyona neden olduğu bilinmektedir. Diğer önemli bir nokta da demans-psödodemans ayrımıdır. Psikiyatrik tedavi girişimini reddetme olasılıkları gençlerden daha yüksek olan yaşlı hastalara yaklaşımda en çok dikkat edilecek konular, hepatik işlevlerdeki yavaşlama nedeniyle ilaç metabolizmalarının yavaşlamış olması, böbrek yoluyla atılımın yavaşlaması, ve reseptör düzeyinde benzodiazepin hassasiyetinin artmış olmasıdır. Kısa dönemde prognozun iyi olabildiği söylenmektedir, ancak uzun dönemde ne olacağına ilişkin veriler yeterli değildir. İyi prognozun kestirilebilmesinde önemli olabilecek veriler, kişinin hastalık öncesi işlev düzeyinin yüksek ve fiziksel sağlığının iyi olması, ve başlangıçtan tedaviye kadar geçen sürenin kısa olmasıdır.

Yaşlı hastalarda mani nedense çok üzerinde durulan bir konu değildir. Bu konuda en kapsamlı katkı Young ve Klerman tarafından 1992 yılında yapılmıştır. Bu iki yazar gençlere kıyasla yaşlılarda çok heterojen bir belirti dağılımı olduğunu göstermişler ve demans ya da bilişsel işlev bozukluğu belirtilerinin manik yaşlılarda manik olmayanlara kıyasla çok daha fazla görüldüğünü bildirmişlerdir. Bazen de yaşlılarda maninin daha çok psikotik ve disforik belirtilerle seyrettiği, ölüm ve intihar oranlarının yüksek olduğu bildirilmiştir. Yaşlılarda intihar oranının yüksekliği aslında iyi bilinen bir özelliktir. Tüm intiharlar içinde psikiyatrik hastalıklara bağlı olanların %90 oranında olduğu, ve özellikle yaşlı nüfusta bunun %50’den fazlasının da depresyonla ilişkili olduğu bildirilmiştir. Hastalığın erken fark edilmesi ve müdahalede bulunulması intihar olasılığını da ortadan kaldıracaktır. Özellikle aile hekimliğinin gelişmiş olduğu sistemlerde dikkati çeken önemli bir nokta da intihar girişiminde bulunan yaşlıların 2/3’ünün intihar etmelerinden önceki ay içinde mutlaka aile hekimlerine muayeneye gitmiş olmalarıdır. Ne var ki, Finlandiya’da yapılan bir çalışmada bu hastaların ancak 1/5’inin bu muayenelerinde intihardan bahsettikleri gösterilmiştir. Her ne kadar Millard (1983), ‘ne yaparsanız yapın yaşlılarda depresyon üçte bir oranında iyiye gider, üçte bir oranında aynı kalır, üçte bir oranında da kötüleşir’ gibi iddialı bir biçimde kestirip atıyorsa da, günümüzde tanı konusunda duyarlılığın artmış olması ve son 15 yılda tedavi alanındaki gelişmeler daha iyimser bir tablo yaratmaktadır. Seyrin pek çok çalışmada erken yaşlarda görülen depresyondan daha kötü olmadığı söylenmişse de, tam tersi iddialar da bulunmaktadır. Avustralya’da 65 yaşının üzerindeki 224 hastayı değerlendiren bir çalışmada birinci yılın sonunda %32’sinde yineleme olduğu ya da halen depresyondan çıkamamış olduğu, %25’inin düzeldiği, %19’unun kronik olarak hasta olduğu, %7’sinin iyileştiği, %5’inin demansa girdiği ve %12’sinin de öldüğü saptanmıştır. 3 yılın sonunda izlenen hastaların %51’inin ölmüş oldukları %21’inin iyi olduğu, %22’sinin halen depresif olduğu ya da yinelediği ve %5’inin demansta olduğu saptanmıştır.

Yaşlılıkla birlikte depresyon görülme sıklığı neden artar? Beyin monoamin metabolizmasındaki bozuklukların duygudurum bozukluklarına sebep olduğu varsayımı bunu açıklıyor olabilir. Kolinerjik sistemin yaşla bağlantısı, demansın etyopatojenezi nedeniyle çok araştırılmış ve iyi bilinen bir konudur. Kolin asetil transferaz enzimi yaşla azalır ve hem nikotinik hem de muskarinik reseptörlerin sayısında azalmalar gözlenir. Benzer şekilde, 65 yaşının üzerindeki kişilerde kaudat çekirdekte dopamin, putamende ise serotonin yoğunluğunun azaldığı da bilinmektedir. İlginç olan, nörotransmitter düzeylerindeki bu azalmaya karşın, serotonin metaboliti olan 5-hidroksiindolasetik asit (5-HIAA), norepinefrin metaboliti olan 3-metoksi-4-hidroksi fenilglikol (MHPG) ve dopamin metaboliti olan homovanilik asit (HVA) düzeylerinin değişmeden kalmasıdır. Metabolit düzeyi metabolik aktivitenin belirleyicisi olduğuna göre, bir nörotransmitterin azalıp metabolitinin azalmaması, yaşla birlikte sinir uçlarında oluşan kayba karşı beynin ödünleyici (kompansatuar) bir uyum gösterdiğinin ifadesi olabilir. Öte yandan, B tipi monoamin oksidaz (MAO-B) enzim düzeylerinin yaşla birlikte yükseldiğinden söz edilmektedir. Bunun sonucunda ilk akla gelen amin nörotransmitterlerin yıkımının hızlanması nedeniyle depresyon riskinin artabileceğidir. Oysa, MAO-B çeşitli dış kaynaklı aminlerin yanı sıra dopaminin yıkımından, MAO-A ise dopamin, serotonin ve noradrenalinin yıkımından sorumludur. Bu yüzden depresyonla asıl ilgili olması beklenen enzim MAO-A’dır. Gerçekten de, depresyon tedavisinde geri dönüşlü veya geri dönüşsüz MAO inhibitörleri kullanıldığında inhibe olan enzim MAO-A’dır. Bu durumda, yaşlılıkta görülen MAO-B enzim düzeylerindeki artışın depresyonla ilişkisinin çok daha dolaylı olduğu söylenebilir. MAO-A beyinde daha çok sinir hücrelerinin içinde bulunurken, MAO-B hücre dışında yer almaktadır. Hücre dışı doku artışının, yani gliozisin yaşla ilişkisinin MAO-B artışını açıklayabileceği varsayımında bulunulmuştur. Nörotransmitterlerin yanı sıra nöropeptidlerde de bazı değişiklikler oluşmaktadır. Kortikotropin salınımını arttıran faktörün (CRF) yoğunluğundaki artış, hipotalamo-hipofizer eksendeki aktivite artışını açıklar niteliktedir. Yaşlı hastaların hipotalamik nöronlarında CRF artışı hipofizden adrenokortikotropik hormon (ACTH) salınımını arttırmakta, bu da adrenal bezlerden kortizol salınımının artışına neden olmaktadır. Genç yetişkinlerde hippokampusta inhibisyon yapan kortizol, yaşlılık nedeniyle reseptör kaybına uğramış yaşlı hastalarda inhibisyon yaratmaz; azalmış inhibisyon ise hipotalamo-hipofizer aktivitenin artışı anlamına gelmektedir.

Birçok çalışmacı kadınlarda menopoz dönemi sonrası yapılan östrojen yerine koyma tedavilerinin depresyon skorlarında düşmeye sebep olduğunu ve depresyonun duygudurumla ilgili belirtilerinin ön planda olmadığı durumlarda da, somatik belirtilerin ortadan kaldırılmasında östrojenin yararlı olduğunu bildirmişlerdir. Östrojenin tedavide hiç yeri olmadığını savunan çalışmaların yanı sıra, menopoz belirtileri olmaksızın ağır, dirençli depresyon tablolarında antidepresiflere östrojen preparatları eklendiğinde iyi sonuçlar alındığını bildiren çalışmalar da bulunmaktadır. Sonuçta fizyolojik dozlarda tedaviye eklendiğinde östrojenin duygudurum yükseltici etkisinin bulunduğu söylenebilir. Progesteronun ise, ne geç luteal faz disforisinde (premenstrüel sendrom), ne de menopoz döneminde duygudurumun iyileşmesi üzerinde östrojen benzeri bir etkisi yoktur. Bununla birlikte, gebelik ya da siklus sırasındaki davranışlara negatif etkisinin olup olmadığı da net olarak bilinmemektedir. Yaşlılar kötü beslenmeye ve beslenme bozukluğuna da yatkındırlar. Beslenme bozukluğu hem fizyolojik, hem de psikolojik etmenlere bağlı olabilir. Örneğin birlikte bulunan hastalıklar ya da çok sayıda ilaç kullanımı beslenmeyi doğrudan etkiler. Besine bağlı beslenme bozukluğu ise bizzat o besinin emilimindeki bozukluktan kaynaklanıyor olabilir. Hafif bir sistemik beslenme eksikliği geç tip aşırı duyarlılık yanıtına ve olgun T lenfosit sayısının azalmasına neden olabilir. Böyle durumlarda nötrofil işlevleri bozulur ve bakterileri parçalama yetisi azalır.