TARİHÇE
Mani ve Depresyon Kavramlarının Oluşumu
Depresyon ve / veya maniye yatkınlığın fizyolojik bir bozukluğa bağlı olduğu eski Grek literatüründe geniş kabul görmüş, Aristo’nun “Problemata” kitabında ve Galen’in yazılarında tanımlanmıştır. Eski çağlarda uygulanan pek çok değişik tedavi türü, koşullar göz önüne alındığında, eşit derecede etkileyici özelliğe sahiptir. Doğal olarak akılcı tedavi yöntemlerini folklorik ya da popüler olanlardan her zaman ayırmak mümkün olamamaktadır. Bir başka deyişle, eski tapınaklarda uygulanan vahşi arındırma yöntemleri, kanatmalar, aniden soğuk suya atmalar gibi ilkel tedavi yöntemlerinden bazıları aslında şeytan kovucu amaçlarla değil, iyileşmenin gözlendiği modern ampirik tedavi yöntemleri olarak uygulanmaktaydılar. Mani ve depresyonun tedavisinde bunlar somatik tedaviler ya da psikoterapötik tedaviler olarak kabaca ayrımlanabilir. İlk sayılabilecekler arasında tarih öncesi dönemlerden beri bilinen “nepenthes” adlı morfin türevinin antidepresif amaçlı kullanımıdır. Bu belki de depresyonun kaydedilmiş en eski farmakolojik tedavisidir. “Şok” tedavisinin öncülleri de hemen hemen aynı çağlarda Lepkas adasında uygulanmıştır. İki yüz metre yüksekten rahiplerce denize atılan kişiler, yine sandallardaki rahipler tarafından kurtarılıyorlardı. Bu kişilerden çoğunun “iyileşmiş” olduğu kayıtlara geçmişse de, hangi mekanizmayla bu iyileşmenin oluştuğunu söyleyebilmek bugün bile güçtür. Bunlardan birkaç yüzyıl sonra M.S. 2. yy’da Soranus Epheisos’un mani tedavisi için atağın akut ya da kronik oluşuna göre diyet, flebotomi, lavman, kusturma, enerjik masaj, güneşlenme, ısıtma tedavisi uyguladığı ve “alkali kaynak sularının içilmesini” önerdiği bilinmektedir. Biz bugün alkali kaynak sularının lityum içermekte olduğunu biliyoruz. Bu tedavileri ilginç kılan bir başka yan da tedavinin kişiselleştirilmiş olmasıdır. Bilişsel şemaların kullanımı, duyguların ve acının yaşanmasının öğretilmesi, kişilerarası ilişkilerin geliştirilmesi, özgüven ve narsisistik zedelenebilirliğin vurgulanması yanı sıra müzik, uğraşı, oyun, sanat tedavisi ve geziler önerilen tedavi yöntemleriydi.
Bu sıralarda eski Çin’de manik ve eksite hastaların tüm “tuhaf” davranışlarını dışa vurmalarına izin veriliyor ve bunun kişinin içinde var olan olumlu duyguları harekete geçireceğine inanılıyordu. Batının Hipokrat-Galen tarzı düşünce sistemi, doğunun Çin’de Türk ve Arap dünyasında İbni Sina ile doruğa çıkan yaklaşımının etkileri sayılmazsa, pek değişikliğe uğramadan ortaçağa kadar devam etti. 16. yy’da bir yanda çalışmalarını hayatıyla ödeyen Vesalius ilk anatomik disseksiyonu gerçekleştirirken, öte yanda karanlık ortaçağ düşüncesi Hipokrat’ın da gerisine düşerek bu hastalıkların kökeninin “spiritüel” olduğunu iddia etmeyi sürdürdü. Onlara göre hasta olan kişiler “şeytana tutulmuşlardı”. Oysa, bu yıllarda doğu tıbbı hastalarını insanca yöntemlerle tedavi etmekteydi.
Vesalius’u izleyen Plater, klinikoanatomik çalışmalarını İsviçre akıl hastanelerinde sürdürdü ve içinde çeşitli altgrupları barındıran “mentis alienato” adlı geniş hastalık grubunu tanımladı. Plater, ilk kez merkezi sinir sisteminin psikiyatrik tablolardan sorumlu organ olduğunu savundu. 16-17.yy çalışmalarını en iyi tanımlayan ifade, depresyonun etiyolojisi konusunda Vesalius’un “Melankoli beyin ya da bir başka organın tümöründen kaynaklanmaktadır” görüşüdür. Çin’de ise 14.yy ile 20.yy arasını kapsayan geniş dönem içinde depresyonun etiyolojisi ile ilgili olarak, “yaşamsal hava dolaşımında bozulma, aşırı yas ve hastanın kontrol edemediği çaresizlik durumları” tanımlanmıştır. Yalnızca tıbbi yayınlarda değil, edebi metinlerde de depresyon ve maninin sebepleri üzerine çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Burton’ın 1621’de yayınladığı “Melankolinin Anatomisi” adlı üç bölümlük eserinin ilk bölümü melankoli patogenezini sorgulamakta ve “aşırı hırs, dini etkenler, beslenme özellikleri ve beynin bozuklukları” gibi kavramları ortaya atmaktadır. Tedaviyle ilgili ikinci bölümde spiritüel, fiziksel ve sosyoekonomik tedavi yöntemlerinden, üçüncü bölümde ise “aşk melankolisi”nin türlerinden söz etmektedir. Burton kitabında bugünkü bilgilerimize çok yakın olarak depresyondaki ana temaların hüzün, korku ve kaygı olduğunu anlatmakta, fakat suçluluk duygularından çok az söz etmektedir.
Bu çağlarda hakim olan anlayış, 17.yy da Willis’in “depresyonun bu sıvıların ‘salnifikasyonuna’, yani aşırı tuzlanmasına bağlı olduğunu” söylemesi örneğindeki gibi, yine de Galenik görüşlerin uzantısı olacak şekilde vücuttaki sıvı dağılımı ya da bileşimiyle ilgiliydi. 18.yy’da Newton ve Bellini’nin kuramları tıbbi açıklamaları da mekanikleştirdi. O yıllarda Pitcairn, Hoffmann gibi bilim adamları depresyonu dinamik mikropartiküller, hidrodinamik ilkeler, kan-lenf-sinir sıvısının dolaşımında bozulma ile açıklarlarken, Cullen “sinir sıvısının düzensiz hareketinin belki de elektriksel bir yolla melankoli sebebi” olduğunu savunuyordu. Tüm bu gelişmelere karşın yapılan tedaviler hala Galenik dönemdekilerden farklı değildi, ve öncekilere ek olarak yalnızca belladonna, anagallis, datura stramonium, fosfor ve arsenik gibi ilaç tedavileri gündeme gelmişti. Patogenetik kuramların yanı sıra sınıflandırmaya yönelik kaygılar da bu yıllarda artmıştı. 19. yy Pinel, Esquirol, Falret, Baillarger, Mendel ve Kreapelin’in katkılarıyla mani ve depresyon bugün bilinen kavramlarına çok yaklaşmış oldu. 20. yy Meyers, Freud, Adler, Abraham, Bowlby, Rado, Jacobsen’in katkıları yanında biyolojik olarak da, bugün çoğu hayatta olan araştırmacılar ve birkaç yıl önce aramızdan ayrılan Winokur’un çalışmalarıyla şekillendi.
19 ve 20. yy lar “Duygudurum Bozuklukları” nın şekillenmesinde oynadıkları rol nedeniyle önemlidirler. Hem daha çok yazılı eser bulunması, hem teknolojik gelişmeler hem de biyolojik tedavide kaydedilen tartışmasız ilerlemeler nedeniyle bu dönem psikiyatrinin “medikalleşmesi”nin hızlanması ve ilaç tedavisi kavramının gelişerek pekişmesi açısından önem taşımaktadır. Modern anlamda “organik hastalık” kavramı 1822’de Bayle’nin hastalarda ‘kronik araknoidit’i tarif etmesiyle ilk kez ortaya çıkmıştır. Psikiyatrik belirtilerle giden ve sonraları ‘paralizi jeneral’ adını alan bu hastalık, ilk tanımlanan organik psikiyatrik hastalık olarak tarihe geçmiştir. Tüm psikiyatri tarihi göz önüne alındığında, psikiyatrik hastalıkların tamamı için son iki yüzyılın ama özellikle de henüz bitirdiğimiz yüzyılın önemi çok büyüktür. Tanı ve tedaviyle ilgili görüşler ve gelişmeler neredeyse insanın dünyada varolduğu günden beri bilinen “mani” ve “melankoli” kavramlarını kökten değiştirmiştir. Nitekim o yıllarda kullanılan ve bakıldığında bugünkü kavramlara çok yakın görünen tanımlamaların 20. yy tanımlarıyla hiç ilgisi yoktur. Örneğin, Arateus her iki hastalığın aynı klinik antite olduğunu ve aynı kişide gözüktüklerini söylerken, bunların birbirinin karşıtı iki kutup olduğuna değinmemiş, tanımlar davranışın abartılı olmasıyla sınırlı kalmış, içerik çok da söz konusu edilmemiştir. Sözgelimi mani tamamen delilik karşılığı olarak kullanılmış, öfke, agresyon, eksitasyon ve kontrol kaybı öne çıkarılmıştır. Böylece katatonik davranış, alkol ve madde kullanımı, her türlü davranış bozukluğu ve deliryum tabloları da bu başlık altına alınmıştır. Cullen 1927’de maniyi “insania universalis”, yani “evrensel delilik” olarak tarif etmiş ve “mentalis, corporea ve obscura” adlı üç etiyolojik alt tip tanımlamıştır. İlk çağlarda maninin bir alt tipi olarak tanımlanan melankoli ise hareketin yavaşladığı tüm hastalıkları içine alacak denli geniş tutulmuştur. Ortaçağa doğru melankoliye “nostalji” kavramının eklenmesi, humoral bozukluk kavramına yeni açılımlar getirmiştir. 19. yy yeni bir hastalık kavramının, yani “klinik-anatomik bakış açısı” nın geliştiği yüzyıldır. Anatomik lezyonların bir hastalık sebebi olabileceği düşüncesi beraberinde ortak bir dil kullanma zorunluluğunu da ortaya çıkardı. Ortak dil bulma, yani sınıflandırma girişimleri de, “delilik” davranışına birbirinden ayrı, olabildiğince değişmez özellikleri olan alt parçaları olabileceği düşüncesiyle bakılmasına sebep oldu. 18.yy sonlarına kadar Hobbes’dan beri Avrupa’da temel kuram olan “bağlantıcılık ve bağlantı psikolojisi” yerini Kant ve Stewart’ın başını çektiği “fakülte psikolojisi” ne bıraktı. Pinel ve çağdaşları da bağlantıcılığı terk ederek fakülte psikolojisine döndüler. Böylece günümüzde de etkisini hala sürdüren 19. yy’ın ilk temel sınıflandırması ortaya çıkmış oldu. Buna göre zihinsel işlevler “zeka ile ilgili (entellektüel), duygularla ilgili (emosyonel) ve istençle ilgili (volisyonel)” olarak üç fakülteye ayrılıyorlardı. İlk grubun Şizofreni ve Paranoyanın, ikinci grubun Duygudurum Bozukluklarının, üçüncü grubun da Psikopatinin öncülleri olduğu sonraları Berrios tarafından yazılmıştır. Buradan da anlaşıldığı gibi sınıflandırma Linneus’un klasik tarzından çıkıp daha ampirik bir düzleme oturmuştur. Bu düzlemde belirtilerin birbiriyle kıyaslanması, dağılım sıklığı yanı sıra etiyolojik tartışmalar yer almaktadır. Yüzyılın sonlarına doğru hastalıkların “zaman boyutu” da bunlara eklenmiştir. Doğal olarak bu yaklaşım “organik” bakışın, genetiğin öne çıkmasına sebep olmuştur. Tabii ki bir de, sınıflandırma ve ayırma girişimlerinin aksi yönde gelişen “hastalıların birliği ve patoplastisite” görüşü vardı. Bu görüşe göre akıl hastalığı tek bir hastalıktan oluşmakta, fakat zaman içinde izlediği sıra, kişilere ve toplumlara göre farklılığı farklı klinik görünümler sergilemesine sebep olmaktaydı. İlginç olan, bu görüşün yalnızca manik depresif hastalık için doğru olmasıydı.
Pinel “Nosografi” adlı kitabında maniyi tarif ederken ilk kez hezeyanlı ve hezeyanlı olmayan iki ayrı tablodan söz etmiştir. Heinroth ise dört tip mani tanımlamıştır: simplex (saf öfke), ecstatica (delilik), ecnoa (öfkeye eşlik eden delilik-folly) ve catholica (adi öfke). Maniye ait olmadığını düşündüğü demonomani, erotomani, öfkeli melankoli, likantropi, mania cum tristia (hüzünlü mani), continua acuta, continua chronica, periodica, melankoli saltans (vahşi sıçrama dürtüsü) ve nimfomaniyi ise dışlamıştır. 1907’de bu dönemin en ünlü mani uzmanı olan Mendel, “başlangıç, eksaltasyon, cinnet [frenzy] ve iniş” olmak üzere dört hastalık dönemi ile “hipomani, tekrarlayan, gravis ve periyodik” olmak üzere dört alt tip tarif etmiştir. Mendel ile daralan, sendromal özellik kazanan, duygulanım belirtileri çevresinde organize olan ve organisitenin dışlanmasını öngören mani kavramı, Krapelin’i de çok etkilemiştir. Hastalığın melankoli ucundaki gelişmeler de hemen hemen maniye koşut seyretmiştir. Esquirol, hezeyanlı melankolinin bir başka hastalık tablosu olduğundan söz ederek “lypemania” terimini önermiştir. Burada Esquirol’ün gerçekleştirdiği bir başka ilk de, bu tür hastaların yaş grubunu, hastalanma mevsimini, hastalık içindeki yüzdesini ve ölüm sebeplerini ortaya koymasıdır. Ne var ki, lipemani terimi yalnız Fransız ve İspanyol literatüründe yer alabilmiş, melankoli ise Alman ve Anglosakson literatüründeki yerini neredeyse günümüze dek koruyagelmiştir. 20.yy başlarında daha fizyolojik bir terim olan depresyon, bazen melankoli ile eş anlamlı, bazen de onun bir semptomu olarak kullanılmaya başlanmıştır. Birçoklarının aksine Kraepelin, depresyonu bir semptom olarak değil, depresif durumlar başlığı altında bir kategori olarak kullanmıştır. Hastalıklar için endojen ve eksojen kavramlarının ortaya atılması da yine 20.yy başlarına uzanmaktadır. İlk kez De Candolla’nın botanik sınıflandırmasında göze çarpan endojen terimi, insan özünün dejenerasyonu ile seyreden patolojik duruma atıfta bulunmaktadır. Görüldüğü gibi, ayrım yanlışlıkla yorumlandığı gibi çevresel ve bedensel etkenlere gönderme yapmamakta, psikojenliği ve genetiği birlikte tanımlayan “anlage” ile diğer tüm hastalık sebeplerini birbirinden ayırmaktadır.
Daha önce de söz edildiği gibi, bipolar hastalığın eski çağlarda yapılmış tanımları bugünkülerden önemli farklılıklar göstermektedir. Doğal olarak 19.yy ortalarında gelişen klinik-anatomik bakış açısı yanında, Kahlbaum’un psikiyatriye çok önemli bir katkısı olarak hatırlanması gereken kesitsel ve uzunlamasına değerlendirme ayrımı, duygulanım semiyolojisinde kararlılık aranması-yani düzen, yoğunluk, ritim ve benzeşim (congruity) bulunması, ve kişilik kavramı ile ayırıcı tanı kavramının ortaya çıkması psikiyatrik hastalık tanımında önemli değişiklikler yapmıştır. Bütün bu gelişmelerin ışığında Falret ve Baillarger mani ve melankolinin ayrı hastalık tabloları değil, birbiriyle yer değiştiren, arada da sakin dönemlerin bulunduğu “sirküler tipte delilik” olduğu konusunda ısrar etmişlerdir. Sonraları “değişken kişilik” tanımı ile genetik temele gönderme yapılırken, “formes frustre” tanımıyla da bu hastalıkların tesadüfi beraberlikleri tartışılagelmiştir. Bütün bu tartışmalara noktayı koyan 1921’de Kraepelin olmuş, ve bu üç hastalık durumu arasında farklılık olmadığını, hastalığın periyodik seyirli ve döngüsel nitelikte olduğunu söylemiştir. Kraepelin’in üç durumu içinde yer alan “amentia” kavramı sonraları gözden kaçmıştır. Oysa Meynert tarafından 1890’da ilk kez tarif edilen hastalık dönemi, depresif ya da manik psödodemans durumlarını anlatmak için kullanılıyordu. Kraepelin’in birleştirme çabalarını engelleyenler ise melankolilerin ayrı bir grup olduğunu iddia ediyorlardi. Chaslin’in başını çektiği bu grubun haklı olduğu nokta, unipolar depresyonun göz ardı edilmiş olmasıydı.
19.yy’ın Duygudurum Bozukluklarına katkısı beş ana başlık altında toplanabilir:1) Birincil olarak bu hastalık bilişsel veya entelektüel bir hastalık değil duygulanım hastalığıdır; 2) Döngüsel ve yineleyici özelliğiyle kararlı bir psikopatolojik yapı taşır; 3) Beyinde bir izdüşümü vardır; 4) Aile öyküsü önemlidir, çünkü hastalık genetik kökenlidir ve 5) Hastalığın gerçek sebepleri endojen doğadadır. 1899’da ilk kez “Manik-Depresif Hastalık” teriminin kullanılmasıyla bir yüzyıl bitmiş, öbür yüzyıl başlamış oldu. Avrupa’daki betimleyici yaklaşımın aksine, yine Avrupa kökenli psikanalitik ve Meyeryen görüşler 20.yy ortalarına kadar Amerikan psikiyatrisinde farklı bakışlara sebep oldu. 20.yy başları, Avrupa psikiyatrisinin duygulanım bozukluklarına uzunlamasına bakışına karşın, Amerikan psikiyatrisinin psikolojik ve sosyal etmenlere ağırlık veren yaklaşımıyla kesitsel bakışa sahne oldu. Hoş bir karşıtlık ise, Amerika’da yüzyıl ortalarında hakim olan bakış açıları içinde yalnızca psikanalizin uzunlamasına değerlendirmeye önem veriyor olmasıydı. Psikanalizin organik yaklaşımla paylaştığı, ve betimleyici bakış açısından farklılaşan bir yanı da, etiyolojik atıflarda bulunmasıydı. Etiyolojik yaklaşım sınıflandırmayı da ister istemez etkileyen reaktif-endojen, nörotik-psikotik, primer-sekonder ayrımlarını getirdi. Bleuler, Krapelin’in tanımında değişikler yaparak “duygulanım hastalığı” tanımını yaptı. Böylece unipolar ve bipolar ayrımı da aynı başlık altına alınmış oldu. 1957’de Leonhard’ın mani ve aile öyküsünün varlığı ile ayrıştırdığı bipolar bozukluk kavramı betimleyici yaklaşımın temelini oluşturan ICD ve DSM sistemlerinde yerini aldı.
Bir önceki yüzyılda atılan temeller üzerinde gelişen 20.yy psikiyatrisi, yüzyıl başında analitik ve sosyal psikiyatri ile psikolojinin farklı bakışı ile zenginlik kazanmış, ve gelişen teknoloji ile ilaç biliminin olağanüstü katkıları sayesinde tümden değişime uğramıştır. Bir yanıyla betimleyici psikiyatri yaklaşımı ile hemen tüm dünyada ilk kez ortak bir dil tarif edilmiş, öte yandan genetik, beyin biyokimyası, elektrofizyolojik ve radyolojik yeniliklerle psikiyatrik hastalık kavramı yepyeni bir boyut kazanmıştır. Bu yüzyılda duygulanım bozukluklarındaki gelişmelerin 19.yy sonlarında ortaya konan beş ana başlık altında devam ettiği söylenebilir. İlk iki ana başlıkta sözü edilen betimleyici yaklaşımdan daha çok, son üç ana başlıkta tarif edilen biyolojik tarihsel gelişmeler bu kitabın konusunu oluşturmaktadır.
Duygudurum bozukluklarının nöropatolojisi ile ilgili çalışmalar son 10 yılda kısmen ivme kazanmıştır. Jeste ve arkadaşlarının derlemelerinden de anlaşıldığı gibi, 1990’ların başlarına kadar tüm dünyada yalnızca altı çalışma söz konusudur. Bunlarda da manik-depresif hastalar ya kontrol grubu olarak seçilmiş, ya da küçük sayıda hasta gruplarıyla çalışılmıştır. 1923’den başlayarak günümüze uzanan bu çalışmaların özünü, yaralanma ya da beyin lezyonlarına bağlı ikincil (sekonder) duygudurum bozuklukları oluşturmaktadır. İkincil olanların nöroanatomiye en önemli katkısı, hastalık tablolarının beyindeki izdüşümü ile ilgili bilgilere ulaşmayı sağlamış olmasıdır. Nitekim Cummings, Starkstein ve Robinson’un çalışmalarıyla depresyon ve maninin en çok frontal ve temporal lob hasarı ile oluştuğunun gösterilmesi, sol taraf lezyonlarının daha çok depresyon, sağ taraf lezyonlarının ise mani belirtileriyle seyretmesi, arka bölgelere doğru sağ-sol farklılığının tersine dönmesi, yani depresyonun ya sol frontotemporal ya da sağ pariyetooksipital bölgelerle ilişkili olduğunun anlaşılması, Heathfield ve Joffe’nin Huntington ve Multipl Skleroz gibi nörolojik hastalıklarla mani ve depresyonun birlikteliğini göstermeleri ve Sperry’nin split beyin çalışmaları önemli bilimsel kanıtlar sağlamıştır. Bu tesadüfi denebilecek bulguları sonraları Lishman ve arkadaşları ile Yozawitz ve arkadaşlarının dikotik dinleme, Bruce ve Flor-Henry’nin el baskınlığı olgu bildirimleri, Ballantine ve Corkin’in psikocerrahi uygulamaları, Davis ve Hurst’ün 1940-50 yılları arasındaki çalışmaları ile gündeme gelen elektrofizyolojik araştırmalar ve Weinberger’in başını çektiği görüntüleme yöntemleriyle yapılan bilimsel çalışmalar izlemiştir.
Genetik varsayımların insan davranışlarıyla ilişkisi, bilindiği gibi ilk kez Darwin ve Galton’un çalışmaları ile Mendel’in araştırmalarına dayanır. Darwinyen ya da Galtonyen görüş, genetik gelişim içinde her türlü genetik ve çevresel etmenin eklenerek etkiyi arttırdığını ve çok-etkililiğin esas olduğunu öne sürerken, Mendelyen görüş özgül bir sebebin genotipte varolmadığı sürece hiçbir şeyin ortaya çıkmayacağını, tek-etkililiğin söz konusu olduğunu ileri sürmektedir. Gelişmeler Mendel’in bakış açısının üstünlüğünü göstermekle birlikte, ailede sağlıklı ve hasta bireylerin oranları Mendelyen oranlara tam olarak da uymamaktadır. Bu durumda hastalığa sebep olan özelliğin genetik geçiş gösterdiği, ancak etkilenen bireylerin bir eşik değeri geçecek özellikler de taşıdığı varsayılmaktadır. Bu özellikler çevresel etmenlere duyarlılığın yanı sıra, bazı biyolojik etmenler açısından da, zedelenebilirliği akla getirmektedir. Price’ın 1968’de yaptığı eş yumurta ikizi çalışmaları ile hız kazanan duygudurum bozukluklarındaki genetik çalışmalar günümüzde de popülerliğini korumaktadır. Beynin mani ve depresyondaki rolünün anlaşılması 1950’li yıllardan itibaren, duygudurum üzerine etkili olduğu fark edilen ilaçların gündeme gelmesiyle oldu. Norepinefrin, epinefrin ve 5-hidroksitriptaminin bir karışımı olan “sympathin” adlı bir maddenin varlığı ve etkilerinin konuşulması, 1955’de Brodie ve Shor’un 5-HT ile LSD arasındaki ilişkiyi gündeme getirmeleri, 1963’te McLennan’ın asetil kolin sinapslarını tarif etmesi, 1938’de dopa dekarboksilazın bulunmasıyla başlayan, ve tüm beyin işlevlerinin dopamin ile ilişkili olduğu görüşünün yerine çok etkenli biyokimyasal ilişkilerin varlığı görüşünü getirdi. Peş peşe monoaminlerin fark edilmesi, 1960’da Axelrod’un “uptake” i göstermesi ve 1961 yılında Stockholm’de toplanan 1.Uluslararası Katekolamin Sempozyumu psikiyatride, özellikle de duygudurum bozukluklarında “monoamin varsayımı”nı ortaya çıkardı. Bu varsayım ve imipraminin geliştirilmesi “psikofarmakoloji çağı” nı başlatmış oldu. Her ne kadar, mani ve depresyona sebep olan maddeler ya da tedavide kullanılan maddeler eski çağlardan beri biliniyorduysa da, “etki mekanizması ya da bir yerlerin hedeflenerek tedavi uygulanması” nın tarihi yalnızca 40 yıl kadar geriye gitmektedir. Öte yandan, tekrarlayan duygudurum bozuklukları ile ilgili olarak en eski biyokimyasal kaynaklarda bedenin su-elektrolit dengesinden, ve sodyum, potasyum, magnezyum ve kalsiyumun yanı sıra lityum dan söz ediliyor olması önemli bir karşıtlığı göstermektedir. Nitekim lityumun Cade tarafından bu amaçla kullanımı mani ve depresyon için kullanılan tüm ilaçlardan daha eski bir dönemde, 1949’da söz konusu edilmiştir. 1960’lı yıllar duygudurum dengeleyicileri açısından lityum dışı seçenekleri yani anti-konvülsanları gündeme getirirken, hastalığın etiyolojik değerlendirilmesinde de yeniden elektrofizyolojik varsayımları ve Post tarafından ilk kez gündeme getirilen “kindling” tartışmalarını başlatmış oldu.
KAYNAKLAR:
· Angst J, Sellaro R. Historical Perspectives and Natural History of Bipolar Disorder. Biol Psychiatry; 48:445- 457. 2000
· Berrios GE. Depressive And Manic States During The Twentieth Century in Depression And Mania. (Georgotas A, Cancro R: eds). Elsevier Publishing Co., New York. 1986 Pp: 13-23
· Georgotas A. Affective Disorders: Pharmacotherapy in Comprehensive Textbook of Psychiatry 4th ed. (Kaplan HI & Sadock BJ : eds). Baltimore: Williams & Willkins. 1984 pp. 821-833
· Georgotas A. Concepts of Depression and Mania in Depression And Mania. (Georgotas A, Cancro R: eds). Elsevier Publishing Co., New York. 1986 Pp: 3-19.
· Tsueng WS. The development of psychiatric concepts in Traditional Chinese Medicine. Arch Gen Psychiatr, 29: 569-576. 1975
· Shorter E. A History of Psychiatry: From the Era of the Asylum to the Age of Prozac. Wiley & Sons Inc., 1997 Canada, Pp: 17, 37, 256
· Goodwin FK, Jamison KR. Manic-Depressive Illness. New York, Oxford University Press, 1990