Genel Klinik Bilgi – Şizofreni – Genel Bilgiler

Tarihte çok eski dönemlerde şizofrenik semptomlar ile ilgili bilgilere rastlamaktayız. Milattan önce 1. ve 2. Yüzyıllarda eski Yunanlı hekimler şizofrenideki görülen bozulmayı tanımlamışlardır. Ortaçağdan 18.yüzyıla kadar psikotik bireyler her zaman toplum duşına itilmişlerdir. Birkısmı ölüm cezasına bile çarptırılmıştır.Ancak 19. Yüzyılda önyargılardan uzaklaşılmaya başlanmıştır.Yaklaşık olarak bir asırdır şizofreni hakkındaki bilgilerimiz giderek artmış ve bugün belli bir noktaya ulaşmıştır. Ulaşılan bu noktada hastalığın; az çok tedaviye dirençli, bir ömür boyu devam eden, nöroleptik tedavisiyle hastaların hastane dışında da yaşamlarını sürdürebildiği bir sendrom olduğunu biliyoruz.

İlk olarak 1860 yılında Morel tarafından “Dementia Praecox” terimi kullanılmıştır.1863’de Karl Ludwig Kahlbaum “Paraphrenia Hebetica” terimini kullanmış; 1871’de Ewald Hecker “Hebepherie” terimini ileri sürmüştür. Stransky 1909’da intrapsişik ataksi kavramı içinde dementia praecoxun entellektüel ve iradesel fonksiyonlarda koordinasyon kaybı ile ilişkili olduğunu ortaya atmıştır.

Kraepelin “dementia precox” olarak tanımladığı hastalığın ; kişide bilinç, afekt ve irade alanında tam bir yıkıma neden olduğunu bildirmiştir. Ona göre hastalık her alanda tam bir yıkıma neden olacak şekilde kronik bir gidiş göstermektedir.

Kraepelin bundan 100 yıl önce (1896) dementia precox’u katatonik, hebefrenik ve paranoid hastalar olmak üzere üçe ayırmıştı. Bu ayrım az çok bugünde geçerlidir. Yine Kraepeline göre dementia precox, organik etmenlere bağlı olarak ortaya çıkmakta ve psikolojik belirtiler organik değişikliklere sekonder olarak bulunmaktaydı. 1919 yılında yazdığı “Dementia Praecox ve Parafreni” isimli kitabında 2 temel patolojiyi tanımlamıştır. Bu patolojiler emosyonel aktivitelerde zayıflama , intrapsişik dengenin ve koordinasyonun bozulmasıdır. Ayrıca yazdığı Klasik Psikiyatri Temel Kitabında bu hastalığın “tüm delilikler içinde en yaygını” olduğunu söylemiştir. Bu hastaların defalarca hastaneye yatmak zorunda kaldıklarını ve hastalığın bilinmezlerle dolu olduğunu ifade etmiştir.

Bleuler; şizofreninin bugünkü anlamıyla tanımının yapılmasındaki ikinci önemli kişidir. Zürihte bir psikiyatri profesörü olan Bleuler de şizofreni terimini ilk kullanan kişilerdendir. “Dementia Precox veya Şizofreniler Grubu ” isimli çalışmasında şizofreninin organik bir etyolojiye dayandığını kabul etmekle beraber, bu organik temele Kraepelin kadar önem atfetmez. Bleuler’e göre şizofrenide temel problem çağrışımların bozulmasıdır. Hezeyan ve hallusinasyonlarda bu çağrışım bozukluğuna ikincil olarak ortaya çıkarlar. Dementia Praecoxun demensın karakteristiklerini taşımadığını ve gerçek patolojinin düşünce sürecindeki çağrışım kaybı olduğunu ileri sürmüştür. 1911’de bu hastalık için şizofreni yani “aklın yarılması” terimini ilk ortaya atan kişidir. Primer ve sekonder şizofreni semptomlarını açıklamıştır. Şizofrenide 4 temel semptomun otistizm,ambivalans, anormal assosiasyon, anormal affekt olduğunu söylemiştir.

Freud’da psikozlar üzerindeki yorumunu özellikle pranoid semptomlar üzerindeki çalışmalarıyla gerçekleştirmiştir. Freud’a göre paranoya tablosu, bilinçsiz homoseksüel dürtüler ve yansıtma mekanizmaları üzerinde gelişir. Homoseksüel dürtüler bastırılır ve bu bastırılmış materyal daha sonra paranoid materyal şeklinde organize edilir. Homoseksüel dürtüler hasta tarafından inkar edilir.

Paranoid hastalarda melankoliyle kısmen ortak bir yön vardır. Melankoli de hasta fantastik biçimde bazı nesneleri içe atar. Paranoid hastalarda da bir nesneyi içe atıp tahrip etmek, yok etmek şeklinde fantaziler vardır.

Freud psikozların açıklanmasında yalnız yukarıdaki yaklaşımı getirmemiştir. Narsizm ile ilgili açıklamalar Freud’un önemli değerlendirmelerin-dendir. Buna göre libido enerjisi nesnelerden geriye çekilir ve yeniden dağıtılır. Yani libidinal enerji, en çok sevilen nesneye veya doğrudan kişinin kendisine yatırılır. Narsizm, aşırı primitif bir mekanizmadır. Has-tanın narsistik istekleri karşılanmadığı taktirde şiddetli bir frustrasyon ve öfke meydana gelir.

Freud’un bu açıklamaları onun ruhsal yapı hakkındaki çözümle-melerine dayanır. Şimdi bu açıklamaları görelim.

Psikiyatriyi bugüne kadar en derinden sarsmış kişi hiç şüphesiz Freud olmuştur. Çekoslovakya’nın Moravya bölgesinde doğmuş olan Freud’un tıp öğrenciliği klasik bir öğrenciliğin ötesinde geçmiştir. Fakülteyi 8 yılda bitiren Freud derslerden daha çok Darwin’in çalışmalarıyla ilgilenmiştir. Helmotz’un fizyoloji laboratuvarlarında çalışan Freud burada her canlıyı harekete geçiren kuvvetlerin yalnızca biyolojik etkiler olduğunu farketmiştir. Helmotz okulundaki öğreti, her canlının bütün diğer cansız ve fizik yapılar gibi atomlardan yapıldığı idi. Freud’u etkileyen diğer bir araştırıcı Brück’e idi. Brücke göre insanın aklı ve vücudu psikofizyolojik bir bütünlük içindedir. Freud daha sonra Meynert ile birlikte nörolojik hastalıklar üzerinde çalışmıştır. Freud Meynert’den başka bir diğer nörolog Charcot ile çalışmıştır. Hatta Freud’un ilk kitaplarından birisi “afazi” ile ilgilidir. Görüldüğü gibi Freud’un medikal kariyeri nörolog ve fizyologların yanında gelişmiştir. O dönemin en önemli bilim adamları ile birlikte çalışması önemli bir şansıdır onun.

Freud’un en önemli teorisi insan psikolojisini başlangıçta topografik model ve sonradan da onun devamı olarak yapısal model üzerine oturtmasıdır. Topografik model teorisinde insanın zihni; bilinçsiz evre, bilinç öncesi evre ve bilinçli evre olmak üzere üç evrede incelenir. Yapısal model teorisinde ise insan ruhunun üç ayrı komponenti vardır : İd, ego ve süperego.

İd terimi Freud’dan önce bir dahiliyeci olan Groddeck tarafından kullanılmıştır.

İd : organize olmamış içsel enerji deposu demektir. Bu enerji dürtülerden gelir ve primer proçesin kontrolü altındadır. Ancak İd’in organize olmaması demek dürtülerde bir öncelik sıralaması olmadığı anlamına gelmez. Belkide id kavramı, dürtülerdeki öncelik sıralamasının bir yansısıdır. Freud’a göre yenidoğanın bütün ruhsal yapısı id’den ibarettir. Yenidoğan dürtülerin kontrolündedir ve dürtüler hemen doyum bekler.

Ego ise hareketi, algıyı, ve gerçek dünyayla ilişkiyi kontrol eden ruhsal bölgedir. Savunma mekanizmaları egonun fonksiyonu olarak ortaya çıkarlar (Wong 1989). Ego kişiliğin bir yansısıdır. Kendilik (self) ya da ben kavramının tam karşılığıdır. Genel olarak işlevi dış dünya ile iç dürtüler arasındaki uyumu sağlamaktır.

Ego işlevleri şöyle sıralanır.

1. Savunma mekanizmaları kullanmak

2. Dürtülerin kontrol ve düzenlenmesini sağlamak

3. Dış dünya ve gerçeklikle ilişki : Dış dünya ile ilişki üç aşamalıdır: gerçeklik duygusunun gelişmesi, gerçeklik değerlendirmesi (reality testing) ve gerçeğe adaptasyon. Gerçeklik duygusu çocukluk döneminde gelişip yerleşir.

4. Primer otonom karakterli işlevler : Algılama, kavrama, düşünme, lisan, motor gelişimin bazı devreleri, öğrenme, zeka, aniden farkında olma, kavrama (intuition) (Wong 1989).

5. Sekonder otonom karakterli işlevler : Başlangıçta içsel dürtülere bağlı olsa bile, sonradan onlardan bağımsızlaşan ve egoya serbest enerji sağlayan mekanizmalardır. Örneğin seksüel dürtüler seksüel içeriğini, agresif dürtüler agresif içeriğini kaybettiklerinde yalnızca egoya destek veren serbest enerjiler olarak kalırlar. Örneğin, kirliliğe karşı, obsesif kompulsif savunma geliştiren bir kişide el yıkama hareketi haz verici bir hale girer. Artık obsesyon kirlenme duygusuna karşı bir savunma olmaktan çıkıp zevk aracı haline dönmüştür (Hiç şüphesiz obsesyonun aşırı ızdırap veren bir yönüde vardır). Savunmadaki bu işlev değişikliğine nötralizasyon denilir. İşte burada alttaki dürtülerden bağımsız biçimde obsesyonların gelişmesi sekonder otonom karakterli işlevler olarak ortaya çıkar (Wong, 1989).

6. Sentez işlevi : Ego’nun entegrasyon kapasitesine verilen isimdir. Yaratmak, birleştirmek, genelleştirmek, basitleştirmek koordine etmek bu işlevlerdendir.

7. Nesne İlişkileri : Normal psikososyal gelişime denk düşen ilişkilerdir. Örneğin çocuğun narsistik bir durumdan, sosyal ilişkiler devresine geçmesi, o gelişimi göstermesi nesne ilişkilerinin düzenli gittiğini gösterir. Psikiyatrik hastalıkların bir kısmında bu gelişme yeterli değildir.