Genel Klinik Bilgi – Duygudurum Bozuklukları – Yaşam Olayları ve Çevre Etkenleri

Uzun süreli klinik gözlemler yaşam olaylarının duygudurum bozukluklarının etiyolojisinde yer aldığını göstermiştir. Bu bağlantı hem UP, hem de BP bozuklukta bildirilmiştir. Bu görüşü açıklayan bir kurama göre ilk atağa eşlik eden stres beyinin biyolojisinde uzun süreli değişiklikler yapmakta ve bunlar da sinir ileti sistemlerinin işlevselliğini etkilemektedir. Sonuçta, dış etken olmasa bile, kişi duygudurum bozukluklarının sonraki evrelerinde yine de risk altında kalmaktadır. Bazı klinisyenler depresyonda yaşam olaylarının birincil rolü oynadığına inanır, bazıları ise yaşam olaylarının depresyonun başlangıcı ve zamanlamasında sınırlı bir rolü olduğunu savunur. Yaşanan kayıpların, özellikle de erken ebeveyn kayıplarının depresyonun başlangıcı ile en sık bağlantılı çevresel stres etkeni olduğu iddia edilmiştir.

Hastalık Öncesi Kişilik Özellikleri: Depresyona yatkınlık oluşturduğu iddia edilebilecek hiçbir kişilik özelliği yoktur. Herkes, hangi kişilik özelliğine sahip olursa olsun, uygun koşullarda depresif olabilir. Yine de dinamik kuram içinde belirli kişilik tiplerinin, oral bağımlı, obsesif-kompulsif, histerik-antisosyal, paranoid özellik taşıyanların, diğer kişilik tiplerine göre daha yüksek depresyon riski olduğu söylenmiştir. Hiçbir belirli kişilik bozukluğu ile BP I gelişmesi arasında ilişki yoktur. Psikodinamik perspektiften bakarak klinisyen daima stres etkeninin anlamı ile ilgilenir. Melanie Klein depresyonu, Freud gibi, sevilen kişilere karşı agresyonun ifadesi olarak anlamış, fakat değişik geleneksel deneyimlere bağlamıştır. Bibring, depresyonun ego ve süperego arasındaki çatışmadan çok egonun kendi içinden kaynaklanan baskısından köken aldığı görüşündedir. Silvano Arieti bir çok depresif insanın kendilerinden daha çok başkaları için yaşadığını gözlemlemiş ve bu kişinin, yerine göre bir kişi, bir ilke, bir ülkü veya bir kuruluş da olabilen baskın bir diğeri için yaşadığını söylemiştir. Bu kurama göre depresyon, kişinin uğruna yaşadığı kişi veya idealin bir şekilde beklentilerini hiçbir zaman karşılanmayacağını fark ettiğinde oluşur. Kohut’un depresyon kavramına göre, kişinin ihtiyaçları hayranlık, onaylama, tasdik ve yüceltmeyi içerir. Diğerleri bu işlevleri yerine getirmediği zaman, depresyon ortaya çıkar ve kendi değerlerinin yoğun kaybı yaşanır.

Duygudurum bozukluklarının biolojik kuramlarının yanı sıra psikosomatik kuramları da bağlayıcıdır. Klein maniyi depresyon hissine karşı olan savunma olarak konseptüalize eder. Bu formülasyon, depresyonun disforik maniadaki bir manik epizoddan açığa çıkmasının klinikte gözlenmesi ile desteklenmiştir. Aynı zamanda, manik hasta sevilen objeleri fazla öfori ve manik inkar ile incitme veya pişmanlığın stres yapıcı hisleri ile minimize edebilir. Kognitif kurama göre yaygın yanlış yorumlar, hayat deneyiminin olumsuz biçimde çarpıtılmasına, olumsuz kendilik değerlendirmesine, kötümserliğe, ve umutsuzluğa neden olurlar. Negatif görüşleri öğrenen kişiler kendilerini depresif hissederler.

Öğrenilmiş Çaresizlik: Hayvanların kaçamayacakları şekilde tekrar tekrar elektrik şokuna maruz kaldığı deneylerde, hayvanlar, birkaç şoktan sonraki tüm şoklarda artık kaçmayı denememiş ve çözülmüşlerdir; yani, yardımsız ve çaresiz olduklarını zorunlu olarak öğrenmişlerdir. Depresif insanlar da benzer yardımsızlık durumunu deneyimlerler. Öğrenilmiş çaresizlik kuramına göre, eğer klinisyen bir depresif hastaya kontrol hissini ve çevreye hakim olabileceğini aşılayabilirse depresyonunu iyileştirilebilir.
Serebral Lateralizasyon Kuramı

Psikiyatrik hastalıklarda serebral lateralizasyon üzerindeki tartışmalar, rastlantısal olarak sağ ve sol hemisfer lezyonlarında farklı ruhsal belirtilerin görülmesiyle başlamıştır. Literatürde en çok şizofreni ele alınmış olmakla beraber, diğer psikiyatrik hastalıklarda da araştırmalar sürmektedir. Sağlıklı kişilerde de emosyonel yüklü uyarılara verilen yanıtların ortaya çıkmasında hemisfer farklılıklarının bulunduğu görülmüştür. Sol hemisfer tutulumunda katastrofik tepkiler, sağ hemisfer tutulumunda ise öforik bir aldırmazlık halinin oluştuğundan söz edilmektedir. Emosyonel katastrofik tepki, önemsiz bir uyaranın ani ve patlayıcı bir davranışın tetiğini çekmesi demektir. Bazen kişide ani ağlama ya da kontrolsüz bir kahkaha veya öfke olabilmekte, bu birkaç dakika sürüp geçmektedir. Epileptik hastalarla yapılan çalışmalar, serebral lezyonlar ve beyin kan akımı çalışmaları, duygudurum bozukluklarında lateralizasyonun yerini ortaya koyan çeşitli açıklamalar getirmişlerdir. Bunların en önemlilerinden biri, Kinsbourne’nun “hemisferik etkileşim” açısından depresyonu açıkladığı modelidir. Bu model mümkün olduğunca özüne sadık kalarak aktarılmaya çalışılacaktır. Kinsbourne’a göre, davranışın biyolojisini anlamak için, öncelikle onun psikososyal yönünü bilmek zorundayız. Eğer davranışın bu yönü bilinmezse, biyolojik olarak açıklanması da zorlaşacak, belki de olanaksızlaşacaktır. Davranışta patoloji asıl olarak, kişinin çevresel uyaranlara verdiği cevabın şekline göre belirlenir. Verilen cevap büyük ölçüde beynin değişik cevap repertuarları arasında “kontrol sistemleri” aracılığı ile kurulan dengeye bağlıdır. Eğer dışardan gelen bir olumsuz uyaran bu dengeyi bozarsa, stabil çalışan bir kontrol sistemi onu yeni baştan kurabilir. Buna karşılık kontrol sistemi stabil değilse, aşırı ve/veya uzamış bir reaksiyon gösterir ve dengeyi yeniden kurmakta zorlanır. O zaman da kişinin, gelişen durumlara göre esnek bir cevap verebilme yeteneği sınırlanmış olur. Bu durum, tek bir olaya karşı olan cevabı bozar, ne var ki birbiri ardına sıralanan ve akıp giden olaylar, tek bir olayda verilen dengesiz cevap yüzünden sonuçta uygun cevabı alamadan geçerler. Örneğin kişi beklenmedik bir durumla karşılaştığında, sürüp giden günlük hayatında kısa bir duraklama olur. Bu süre içinde de beklenmedik olaya karşı bir tavır alır, formülasyonlar yapar ve olağan hayatına başarıyla geri döner. Ancak duraklama uzun sürerse bu depresyon anlamına gelebilir. Sorunun çözümüne yüksek bir motivasyonla yaklaşmak uyum sağlayıcı (adaptif) bir yöntemdir, ancak bu yüksek motivasyon aşırı bastırmaya uğrarsa ortaya impulsif bir psikopatoloji çıkar. Aynı şekilde, fazlasıyla eleştirel bir sistemde motivasyon obsesyona dönüşebilir. Beklenmedik olaylarla karşılaşıldığında, aşırı heyecan gibi yüksek bir emosyonla tepki verilmesi normaldir. Ne var ki, bu emosyonel canlılık stabil kalamayıp kaymalar gösterirse, histerik nöbetler ortaya çıkar. Davranışın bu çok genel gözlemini yaptıktan sonra bunun serebral hemisferler tarafından nasıl karşılandığını, yönetildiğini anlamak kolaylaşır.

Aslında davranış, Sherrington’un da belirttiği gibi, çok sayıdaki alternatif arasından bir seçim yapmaktır. Ama bu seçim bir anlamda, öteki alternatiflerin seçilmemesi de demektir. Yani davranış iki yönlüdür. Seçilen ve reddedilen alternatifler. En basit yakalama hareketinde bile bu seçim vardır. Yakalama sırasında işaret parmağı ile başparmak diğerlerine alternatif olarak çalışır. İkisinin harekete katılması ötekilerin dışlanması ya da inhibisyonu ile beraberdir. Çoğu kez yapılan hareketin kuvveti, agonist ve antagonist kaslar arasındaki dengeye bağlıdır. Bu kaslar arasındaki dengesizlik hareketin etkinliğini yitirmesine ve yararsız, hatta zararlı hale gelmesine neden olur. Örneğin karşı kasların yeterli antagonizmayı gösterememesi, tutulan ince bir şeyin kuvvetle sıkılıp kırılmasına neden olabilir. Tam tersine, bazı distonilerde olduğu gibi antagonist kasların aşırı kasılması elin ya da ayağın hedefe ulaşmasını güçleştirir. O halde çocukta olduğu gibi, gelişmemiş ya da iyi kurulmamış kontrol sistemleri kişileri ya alelacele, ya da aşırı tereddütlü cevap vermeye zorlamaktadır. Böylece kişi çok uçlardaki davranış örnekleri arasında durmaksızın gidip gelmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, bir davranışın ya da davranış modelinin aşırı uygulanması, bunun tam aksi yöndeki davranışın normalin altında uygulanmasına neden olmaktadır.

Omurgalıların sinir sistemi, transvers komisürler aracılığı ile birçok seviyede karşılıklı olarak birbirini dengeleyen bir yapı gösterir. Bir bölgenin uyarılması organizmanın aksi yöne dönmesine neden olur. Bu eşleşmenin ve karşılıklılığın en yüksek düzeydeki organizasyonu beyinde olur. Örneğin frontal bölgedeki göz sahalarının sol tarafının uyarılması başı, gözleri ve vücudu sağa döndürür. Sağ bölgenin uyarılması ise sola dönüşe neden olur. Hayvan deneylerinden bilindiği gibi bir hemisferin aktivasyonu hayvanın karşı yönde bir daire etrafında dönmesine neden olur. Bir hemisferdeki inaktivasyon, öteki hemisferin aktivasyonu anlamına gelir. Bu da otomatik olarak inaktif hemisfer yönünde dönüşlere neden olur. İlginç olarak sağ elini kullanan kişiler, baskın olan sol hemisfer aktivasyonu yüzünden, sözel soruları çözmek için uğraştıklarında sağ tarafa, sol elini kullananlar da sol tarafa dönmektedirler. Duygulanım için de bir serebral lateralizasyonun varlığından söz edilir. Serebral lateralizasyon ile hemisferler arası anatomik ve işlevsel farklılıklar anlatılmaktadır. Baskınlık (dominans) ise lisan gibi işlevlerin beyinde temsil edildikleri yeri tanımlamak için kullanılır. Sağ hemisferde olumsuz duygulanımın, sol hemisferde ise olumlu duygulanımın kontrol edildiğine inanılmaktadır. Ayrıca yüz ifadesinin de sol hemisferden çok, sağ hemisfer aracılığı ile kontrol edildiğine inanılmaktadır. Örneğin kişilere negatif emosyon yüklü sorular sorarsanız sağa bakmaktadırlar. Ayrıca, kişiler mutluyken yaşadıkları deneyimleri üzgün hallerinde güç hatırlamakta, üzgünken yaşadıklarını da mutluyken zor anımsamaktadırlar. Eğer kişilerden sağ işaret parmağının ucunda bir çubuğu dengede tutarken bir yandan da konuşmaları istenirse bu iki işlemi bir arada yürütmekte güçlük çektikleri, çubuğu sol işaret parmaklarına aldıklarında ise daha kolay taşıyabildikleri (yalnızca sağlaklar için) görülür. Demek ki iki işlemi birden aynı anda aynı hemisfere yüklerseniz, bu işlemler birbiriyle karışmaktadır. Bunlardan hemisferin farklı bölgeleri sorumlu olsa bile, bu bölgeler arasında karşılıklı bağlantılar olduğu muhakkaktır.

Beyin hasarı olan hastalarda değişik tipte psikopatolojilere rastlanır. Ancak ortaya çıkan psikopatoloji, hiçbir zaman tek başına hasar gören beyin dokusunun gördüğü işlevin ortadan kalkmasıyla ilgili değildir. Beynin diğer bölgelerinin, bu bölgenin hasar görmesine karşı gösterdikleri tepkisel ve ödünleyici (kompansatuvar) düzeneklerin sonucudur. Örneğin daha önce bahsedildiği gibi beynin frontal bölgelerinde ortaya çıkan bir inme, hastanın uzun erimli planlama yeteneğini ortadan kaldırır. Bu yeteneğin ortadan kalkması, kişiyi çevresel uyarılara karşı daha duyarlı hale getirir ve depresyona zemin hazırlar. Üstelik beynin başka bir sahası üzerinde kontrol kalkar ve o sahanın kontrolünde abartılı, anormal davranışlar ortaya çıkar. Örneğin sol frontal lob hasarı olan bir kişide sağ frontal lob, sol arka korteks ve sol subkortikal yapılar üzerindeki inhibisyon kalkar ve kişi, planlama yapamadığı için, planlama eksikliğine bağlı ümitsiz ve yardımsız hissettiği için ve başka bir beyin sahasından gelen olumsuz duygular nedeniyle depresyona girer. Bu açıklamaya paralel eski bir uygulama da şudur: Sağlak kişilerde sol karotid arterden sodyum amital enjeksiyonu yapılması kısa süreli bir depresif – disforik reaksiyona neden olmaktadır. Burada olan şey sodyum amitalle sol hemisferin baskılanması sonucu sağ hemisfer üzerindeki inhibisyonun kalkması ve sağ hemisfer aktivitesine bağlı olarak depresif davranışın görülmesidir. Bu çeşit deneyler anestezi ile ilgili gözlemlerden yola çıkılarak yapılmıştır. Tek taraflı beyin lezyonu olan kişiler genel anestezi sırasında tipik duygulanım değişiklikleri göstermektedirler. Yukarıda depresyonun ortaya çıkışı hemisferler arası bir dengesizliğe bağlanmıştı. Başka bir yaklaşım ise depresyonu hemisfer içi bir dengesizlik olarak görür. Örneğin sol frontal bölge hasarında sol hemisferin arka ve ön kısımları arasında bir dengesizlik vardır. Yine sodyum amital deneyinde sol hemisferin arka bölgeleri amitalin etkisine girmemişken, ön bölgeler amital etkisinde kalarak hemisfer içi bir dengesizliğe neden olur. Sonuç yine depresyondur. Lateralizasyon çalışmaları, depresyonda sol hemisfer işlev bozukluğu, ve sağ hemisfer aşırı uyarılmasına işaret eder. Hatta tek taraflı olarak sağ tarafa uygulanan EKT’nin bilateral uygulama kadar etkili olduğu söylenmiştir. Buraya kadar anlatılanlarda, edinilmiş olan bilgileri Kinsbourne bir davranış hipotezi içinde bütünleştirmeye çalışmıştır. Bu hipotez biyopsikososyal bir bütünleştirme sağladığı için önemlidir.

Yukarıdaki bilgiler, sağlaklarda genel olarak, sağ hemisfer karşısında sol hemisfere planlı ve amaçlı davranışlar yönünden bir üstünlük vermektedir. Amaçlı bir davranışın her adımı sol hemisfer tarafından yönlendirilir. Her adımdan sonra gelen sonuçlarda sol arka serebral bölgeye gelen girdilerle (input) analiz edilir. Her başarılı adım amaca biraz daha yaklaştırır. Kişinin bir sonraki adımı atması için yeterli motivasyonu bulabilmesi, bir önceki adımdan ya da daha önce atılmış bütün adımlardan aldığı doyuma bağlıdır. Bu doyum yeterli oldukça adım atılmaya devam edilir. Sonuçtan emin olmadıkça bir anksiyete yaşanır ama adımlar devam eder. Plan tamamlandığında ulaşılan nokta ile, arzulanan nokta karşılaştırılır, karşılaştırma yeterli bir tatmin sağlarsa planlanan davranış biter. Eğer planlanan davranış ile varılan nokta arasında kişiyi tatmin etmeyecek kadar bir uzaklık varsa planlı davranış yine durur. Ancak kişi bu sefer negatif bir emosyon duymaya başlar. Burada araya sağ hemisfer girmiştir. Kontrolü geçici olarak ele almıştır ve onun için ortaya negatif emosyon çıkmıştır. Bir süre sonra sol hemisfer yeni bir programla çıkıp tekrar davranışı emosyonel olmaktan kurtarıp planlı hale sokar. Kimi zaman da, ulaşılacak nokta çok uzaklarda kalır. Sol hemisfer amaçlarında yeniden gerçekçi düzenlemeler yapar. Hedeflerini kısıtlar. Önemli olan buna sağ hemisferin ne tepki göstereceğidir. Sağ hemisferin engellenmeye 0karşı toleransı bu tepkiyi belirler. Sağ arka korteksin bir değerlendirme bölgesi olduğu söylenmişti. Dolayısıyla burası bir kognitif işlem bölgesidir de denilebilir. Şimdi eğer katastrofik bir durumla karşılaşılırsa, sol hemisferin yeniden yaptığı planlar yürürlüğe konulamazsa, ya da konulsa bile başarı sağlanamadı ve özellikle sağ arka korteks kritiği ile açığa çıktı ise, kişinin boş yere atak yapıp durmasını engellemek için sağ hemisfer görevi üstlenir. Ancak her ‘yönetim’ kendi özellikleriyle ‘yöneticilik’ yapacağından kişide sağ hemisferin kontrolü ele almasına kontrol kayması denir. Dikkat edilirse burada sol hemisferde fizyolojik değil fonksiyonel bir bozulma vardır. Yani anatomik ya da fizyolojik bir kayıp hiçbir zaman şart değildir. Sağ hemisfere kontrol kaydığı zaman, bu hemisferin frontal bölgesi, ön ve arka hemisfer bölgeleri arasındaki karşılıklı kontrol mekanizması gereği, her zaman kritik eden arka bölgesini inhibe eder. Ancak bu inhibisyon arka korteksin işlevsiz kalması nedeniyle psödodemans gibi yetersiz bilişsel işlevlere ve anhedoniye neden olur. Bu durum kişinin geçici bir süre eyleme başlamasına engel olmuştur. Depresyona girilerek ‘kazanılan’ budur. Kişinin sonuç alınmayacak bir noktada enerjisini tüketmesi engellenmiştir. Ama sonuçta bütün hareketler yavaşlamıştır. (retardasyon). Zevk alınmaz olur. Hesaplama ve hatırlama güçlükleri çekilir. Ama enerjiden tasarruf edilmiştir. Depresyondaki çocuklarda sol frontal lob ile sağ arka bölge fonksiyonlarını değerlendiren nöropsikolojik testlerde önemli beceriksizlikler gözlenmişken, sağ frontal lob ve sol arka bölgeyi değerlendiren testlerde herhangi bir bozukluk gözlenmemiştir. Burada görüldüğü gibi sol hemisferin planlı takipteki zayıflığı, sağ hemisferin emosyonel desteği ile doldurulmuştur. Aslında beynin bütün bilişsel işlevlerinin enerji desteğini emosyonlar sağlar. Emosyonun olmadığı yerde kognitif işlevlerin yürümesini sağlayacak enerji de kalmamış demektir. Emosyon ise subkortikal ve beyin sapı bölgelerinin ürünüdür. O halde korteksin enerji kaynağının beynin bu alt bölgeleri olduğu söylenebilir. MSS’de dopaminerjik nöronlar daha çok sol hemisferde, noradrenerjik nöronlar ise daha çok sağ hemisferde yoğun olarak bulunmaktadır. Dopaminin daha çok planlı, norepinefrinin ise yeni uyarılar karşısındaki davranışı modüle ettiği gösterilmiştir (Snyder 1974, Tucker 1984 ) Bu da sağ ve sol hemisferlerin işlevlerine uygun bir dağılım ve modülasyondur. Bu model çerçevesinde histeri sağ frontal korteksin, sağ arka korteks üzerindeki kontrolünün kalkması olarak, obsesif kompulsif bozukluk ise, sol hemisferin şemalar ve gerçekçilik arasındaki karşılaştırma yapma becerisini kaybetmesi olarak açıklanmaktadır.

Sol frontal hasar planlama beceriksizliğine neden olarak sağ hemisferi kompansatuvar yardıma çağırır ve emosyonel olarak aktif bir davranış modeli ortaya çıkar. Sağ arka hasar ise kişinin canlılığını engelleyerek anhedoniye neden olur. Sol frontal bölgedeki hasar daha çok anksiyöz ve kognitif nitelikleri önde olan bir depresyon yaratırken, sağ arka bölge hasarı gösteren kişilerde daha çok anhedoni ve dağılma ile giden bir depresyon tablosu meydana gelir. Sol frontal-sağ arka lezyonun bir arada olduğu olgularda ise depresyonun çok şiddetli olması beklenir, çünkü bu durumda birinin yokluğunda diğeri iş görecek olan, döngüsel aktiviteli bölgelerin ikisi birden çöküntüye uğramış demektir. Buna karşılık sol arka bölge hasarı, dış dünyanın kaydında bozukluğa yol açarak, istenen ve planlanan sonuçla gerçekteki eylemin sonucunu doğru biçimde karşılaştıramamaya neden olur. Hasta aldığı sonucun yetersizliğinden habersiz kalır ve klinik olarak ilgisizlik ve kayıtsızlık hali gösterir. Sağ frontal bölgenin hasarı ya da fonksiyonel kaybı ise kişinin dış dünyadaki gerçeğe uygun amaçlarının olmamasına ve farklı tipte bir kayıtsızlık reaksiyonuna neden olur. Başka insanların istek ve davranışlarına dikkat etmez, antisosyal özellikler gösterir. Bu teori, Kinsbourne’un depresyonu açıklamakta kullandığı “döngüsel olarak aktif bölgeler” teorisidir. Beynin bir bölgesi fizyolojik ya da fonksiyonel olarak gerileyip kontrolü kaybettiği zaman diğer beyin bölgelerinin kendi özelliklerini yansıtarak kontrolü üzerlerine (belli bir aktivite sırası içinde) almaları ile ilgilidir. Bu teorinin test edilmesi, beyin bölgesel kan akımı çalışmaları ilerlediği zaman olanaklı hale gelecektir. Bu modelin fizyolojik karşılıklarının tam olarak bulunması pek çok faktöre bağlıdır. Öncelikle bugünkü depresyon tanısının bir gözden geçirilmesi gerekebilir. Bir çalışmaya göre (Johnson, 1981) DSM-III’teki depresyon kriterlerinin şizofren hastaların yarısında bulunduğu gösterilmiştir. Bu modele en uygun duygulanım tanımlamasında duygulanımın iki yönünün bulunması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Elasyon-depresyon ve relaksasyon-anksiyete ikilemleri sağ ve sol hemisfer işlevlerine en uygun ikilemlerdir. Elasyon-depresyon ikilemi sağ hemisfer işlevlerine, relaksasyon-anksiyete ikilemi de sol hemisfer işlevlerine uygundur. Bu ayrıma göre eğer sol hemisferde frontal bölge yeterli planlama yapamaz ise sonunda anksiyete ortaya çıkar. Yeterli planlama ise relaksasyona neden olur. Buna karşılık sağ arka bölgenin yetersizliği kişiyi sakınılacak olaylardan kaçınmamaya, zevk alınacak olaylara da yaklaşmamaya götürür. Bu anhedoni hali, tersi de elasyondur. Depresyonun biyolojik çözümlemelere yatkın tarifi ve açıklamaları onun altında yatan nedenleri anlamamızı daha da kolaylaştıracaktır.

Lateralizasyon çalışmalarına en önemli katkı Pierre Flor-Henry (1987) tarafından yapılmıştır. Sol anterior subkortikal lezyonların psikotik depresyon ile bağlantılı olduğu, sağ posterior lezyonların ise DSM ölçütleriyle major depresyon tanısı koyduracak özellikte olduğu öne sürülmüştür. Williams (1990), depresyonda EKT’yi takiben dikotik işitme testi ile hemisferik lateralizasyonun normale döndüğünü saptamıştır. Serebrovasküler hastalık sonrası depresif semptomların gelişiminde lezyon lokalizasyonu önemli bulunmuştur. Kompleks parsiyel nöbetleri olan epileptik hastalarda epileptojenik odağın yerleşimi ile cinsiyet ve depresyon arasındaki ilişki incelendiğinde, sol tarafta odağı olan erkek hastalar depresyona daha yatkın bulunmuştur. Hastanemizde lateralizasyonla ilgili bir seri çalışma gerçekleştiren Verimli ve arkadaşları (1991,1992,1993), sağ veya sol beyin lezyonu olan olguları değerlendirmişler ve sol tarafta lezyonu olanlarda duygudurum bozukluğunun %17, şizofreni ve paranoid bozukluğun %39 olduğunu, sağ tarafta lezyonu olanlarda ise duygudurum bozukluğunun %42, şizofreni ve paranoid bozukluğun %28 olduğunu bildirmişlerdir. Bu bulgular da yaygın görüşü desteklemekte ve sağ hemisfer lezyonlarının sola göre daha fazla duygudurum bozukluğu belirtileriyle seyrettiğine işaret etmektedir. Flor-Henry depresif ve manik hastaların normal kontrollerle karşılaştırmalı EEG çalışmalarında hem manik hem de depresiflerde istirahat pozisyonunda, gözler açıkken sağ parietalde alfa frekans bandında belirgin supresyon gözlemiştir. Bu da normallere göre hem maniklerde hem de depresiflerde sağ hemisferin anormal aktivasyonu olduğunu, ayrıca depresiflerde sağ temporalde aktivasyon artışının daha sık olduğunu göstermiştir. Uyarılmış potansiyel özellikleri de mizaçla ilişkili hemisferik farklılık olduğunu gösterir. Rens ve arkadaşları major depresyonu olan 9 hastada d-amfetaminin sağ ve sol hemisferlerdeki farklı etkilerini araştırmış, sol hemisferde uyarılmış potansiyel artışı genelde daha fazla olsa da d-amfetamin etkisi ile sağ-sol hemisfer farklılıkları açısından sağ hemisferde daha belirgin uyarılmış potansiyel artışı olduğunu saptamıştır. Affektif bozukluktaki sağ hemisfer anormalliği, inhibitör süreçteki bozukluğu gösterir. Manide yapılan EEG ölçümlerinde asimetrinin sağda sola oranla daha fazla olduğu görülmüştür. EEG’nin topogrofik özelliklerinin incelendiği bir çalışmada da alfa aktivitesinde sol oksipital predominans saptanmıştır. Major depresyon hastalarında alfa aktivitesinde FP2 ve F8 alanlarında azalma, ikiuçlu manik hastalarda F7 de alfa aktivitesinde azalma, melankolisi olan major depresyon hastalarda F4 ve C4’de beta aktivitesinde artma gözlemiştir. Dikotik emirler kullanarak yapılan bir çalışmada manik-depresif hastalardaki performans örüntülerinin sağ hemisferde lezyonu olan hastalardakine benzer olduğunu ve normallerden farklılık gösterdikleri bulunmuştur. Bu iki hasta grubunda da sağ kulak performansı normal sınırlarda iken sol kulak performansı önemli oranda bozuk bulunmuştur. BP bozuklukta sağ hemisfer fonksiyonları bozulduğundan, sol hemisfer devreye girer ve böylelikle uyarı sağ kulağa verildiğinde performans daha iyi bulunur. Ayrıca, frontal bölge lezyonlarının duygudurum bozukluğu ve psikotik tablolar ile ilişkisine de dikkat çekilmiştir. Öte yandan, depresif belirti kümesi, baskın olmayan hemisfer patolojisi ile ilişkiliyken, disforik mizaç, irritabilite gibi bazı duygudurum belirtilerinin baskın hemisferin lezyonları ile daha çok ilişkili bulunduğu da söylenmektedir. Sackeim (1982) bunu biraz daha ileriye götürerek, sol taraf lezyonlarında ağlama, sağ taraf lezyonlarında gülme, bilateral lezyonlarda ise ağlama ve gülmenin daha çok birlikte olduğunu görmüştür. Ayrıca, cinsiyetler arasında da bir farklılık saptamış ve patolojik gülmenin erkeklerde, ağlamanın ise kadınlarda daha çok görüldüğüne dikkati çekmiştir. Sağ hemisferektomi yapılan hastaların %85’inde öfori görülürken, sol hemisferektomi yapılan hastaların %60’ında normal duygudurum özellikleri, %20’sinde depresif belirtiler, ve %20’sinde de öfori görülmüştür.

Normal bir beyinde duygudurumun stabil olması karşılıklı transkallosal sinir inhibisyonuna bağlıdır. Hemisferektomiler veya serebral tümörler gibi tek taraflı tutulumlarda, karşı hemisferin inhibisyonunun ortadan kalkmasına bağlı anormal uyarılma yaşanır. Bu kurama göre örneğin mani, sağ beyin ile ilişkili görünürse de aslında sol hemisferin anormal faaliyeti nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bu durumda mani belirtileri olan öfori ve sözel anlamda baskılanmanın kalkışı sol hemisfer faaliyetini göstermektedir. Fakat ikincil mani olgularının tamamında lezyonun sağ hemisferde olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Serebrovasküler hastalıklarda maninin araştırıldığı çalışmalarda sağ talamik enfarkta bağlı mani olguları bildirilmiş, bu hastalarda nörolojik bulguların yanı sıra hastalığın inkarı ve manik atağa karşı amnezi görülmüştür. Manik belirtilere, temporal lob epilepsilerinde ve sağ talamatomi uygulanmış Parkinson hastalarında da rastlanmıştır. İskemik beyin hasarı sonrası depresyon gelişimi sık, mani gelişimi ise daha seyrektir. Doğal olarak bu ikincil mani hastaları birincil olanlardan daha yaşlıdır, ailede psikiyatrik bozukluk öyküsü daha azdır ve lezyonlar daha çok sağ hemisferdedir. Bu lezyonların daha çok frontal lobla kuvvetli bağlantıları olan limbik sistemle ilişkili olduğu, depresif grupta ise non-limbik yapıların daha fazla etkilenmiş olduğu görülmüştür. Bütün bunlar, sağ hemisferin orbito-frontal korteksinin, temporal lobunun, talamus ve bazal ganglionlarının duygudurumun oluşumunda ve düzenlenmesinde önemli rolü olduğunu vurgulamaktadır. Starkstein (1991), beyin hasarı sonrası gelişen BP bozukluğu yalnız manik ataklar görülen olgularla karşılaştırmış ve BP grupta daha fazla bilişsel işlev bozukluğu olduğunu ve lezyonları kortikal yerleşimli olan manik hastalara kıyasla BP hastaların lezyonlarının yalnızca subkortikal yerleşimli olduklarını göstermiştir.

Flor-Henry emosyonların düzenlenmesinin hem baskın, hem de diğer hemisferin ortak işlevi olduğunu söylemektedir. Öfke, paranoid duygulanım veya öforinin, baskın olmayan tarafın baskın olanı kontrol edememesi sonucunda ortaya çıktığını söylemektedir. Sağ ve sol frontal faaliyet arasındaki göreli dengenin, hem normal hem de patolojik duygudurumda oluşan üzüntü ve öforinin gelişmesine esas oluşturduğu düşünülmektedir. Kısaca, duygudurum bozukluğunda beynin temel düzensizliği baskın olmayan hemisferle ilişkilidir. BP bozuklukta daha şiddetli olan bu durum, tedavi ile tekrar normale dönmektedir. Verimli ve arkadaşları da BP hastalarda yaptıkları çalışmada, manik atakta sağ el ve kulak baskınlığı artarken, depresif atakta azaldığını; ayak ve gözde de mani sırasında sağ baskınlığın arttığını; mutlak sağ üstünlüğün manik grupta artış, depresif hasta grubunda ise azalma gösterdiğini saptamışlardır.