Hamilelik ve doğum hem duygudurum bozukluklarının ortaya çıkmasında hem de yinelemesinde önemli risk etkenlerinden birisini oluşturur. Gebelik bir kadının hayatının hem ruhsal hem de fiziksel olarak en önemli dönemidir. Her ne kadar doğal olarak yaşandığı ve fizyolojik bir süreç olduğu sık sık dile getirilse de bu, bu dönemin önemini azaltmaz. Doğum ve doğum sonrasında yaşanan fizyolojik değişiklikler bile, tek başına psikiyatrik belirtilerin ortaya çıkmasına yetecek biyolojik yüklülüğe sahiptir. Doğum sonrası kadınların %50’sinde yaklaşık 10 gün kadar süren hafif bir depresyon tablosu ortaya çıkar. Klinik olarak adet öncesi döneme benzer tarzda, kolay ağlama, irritabilite, hipokondri, başağrısı gibi belirtilerin olduğu bu döneme “lohusalık hüznü” (maternity blues ya da baby blues) adı verilmiştir. Doğum sonrası dönemde annelerin %10-20’sinde doğumun ilk altı haftasında ortaya çıkan depresyon tablosu ile karşılaşıldığı bildirilmiştir. Antenatal dönemde depresyon görülme sıklığının % 4-29 arasında olduğu bildirilmiştir. Bu tablonun etiyolojisinde kadın seks hormonlarının bulunduğu aşikardır; çünkü bu hormonların düzeyleri özellikle doğumun hemen öncesinde ve sonrasında büyük farklılıklar gösterir. Örneğin gebelik sırasında plasentadan salgılanan östrojen ve progesteron düzeyleri normalde foliküler fazda salgılanan miktarların 100-200 katıdır. Bebek ve plasentanın çıkmasıyla birlikte bu oranda bir düşüş yaşanır. Başka bir deyişle, hormon düzeyleri dört basamaklı değerlerden iki basamaklı değerlere inerler. Seks steroidlerinin buradaki rolüne benzer başka bir rolü de, kadınların adet öncesi ve sonrası yaşadıkları geçici duygudurum dalgalanmalarında ortaya çıkar. Ne var ki, luteal fazın ilk ve ikinci yarısındaki hormon değerleri postpartum dönemdeki gibi değildir, yalnızca ilkinin 5-10 katı kadar değişiklik gösterir. Kuramsal olarak aynı tablonun bir de menopoz sonrası yaşanacağını düşünebiliriz. Ancak, menopoz sonrasında hormon değerlerindeki düşüşler zamana yayılarak ve ilk iki örneğe göre çok daha yatık bir düşüş eğrisiyle gerçekleşmektedir. Bu nedenle, menopoz dönemi içinde fizyolojik dozlarda östrojen kullanımı da duygudurum yükseltici etkisiyle tedavide kullanılabilmektedir. Daha yüksek dozlarda kullanımı ise östrojenin pıhtılaşma üzerindeki etkileri nedeniyle uygun değildir.
Yeniden postpartum döneme dönersek, anneliğin erken evrelerinde hormon salgılayan bazı bezlerde büyümeler dikkati çekmektedir. Bunlar, hipofiz, tiroid, paratiroid ve pankreas adacıklarındaki salgı hücreleridir. Bu bezlerdeki işlev bozukluklarının duygudurum değişiklikleri ile, özellikle de depresyonla ne kadar yakın ilişki gösterdiğini bildiğimiz için, aslında postpartum dönemde gelişebilecek duygudurum bozukluğunun da bu bezlerle yakından ilişkili olduğunu kestirmek mümkündür. Bu dönemde depresyon açısından dikkatler cinsiyet hormonları olan östrojen, progesteron ve testosterona ve ayrıca kortizol, tiroid hormonu ile prolaktine yoğunlaştırılmıştır. Tabii bu hormonların daha önceki bölümlerde söz edilen duygudurum bozukluğu etiyolojisi açısından önemlerini düşünürsek, postpartum dönemde yalnızca depresyona ait belirtiler ortaya çıkmamaktadır. Postpartum psikoz, sıklıkla depresyon, sanrılar ve annede kendisine ya da bebeğine zarar verme düşünceleri ile seyredebilen, ve başka türlü adlandırılamayan psikotik bozukluklardan biridir. Sıklığının her 1000 doğumda 1-2 olduğu bildirilmiştir. Tabloların yüzde 50-60’ı ilk doğumda görülür ve olguların yarısında perinatal tıbbi komplikasyonlar çıkar. Bu hastaların ailelerinde duygudurum bozukluğu öyküsüne sık rastlandığı bildirilmiştir. Postpartum mani oranının da binde bir olduğu, ama daha önce BP atakları olan hastalarda bu oranın %50’ye kadar çıktığı bildirilmiştir. Lityum profilaksisi ile bu oranın %10’a düşmesi umut verici bulunmuşsa da, lityumun toksisiteye yol açması nedeniyle gebelik sırasında kullanılamaması, gebelikte ortaya çıkan BP atakların tedavisinde ilk düşünülmesi gereken tedavinin EKT olduğunu göstermektedir. Postpartum tabloların bir kısmı enfeksiyon, ilaç intoksikasyonu (skopolamin ve meperidin gibi ilaçlarla), toksemi ve kan kaybı gibi bir genel tıbbi duruma bağlı olarak da ortaya çıkabilir. Yukarıda da anlatıldığı gibi doğum sonrası östrojen ve progesteron konsantrasyonlarındaki ani düşme BP bozuklukla bağlantılandırılmakla birlikte, hormon tedavisi etkili değildir. Bazı araştırmacılar, primipar annelerde çok görülmesinde sadece psikososyal sebeplerin etkili olduğunu, stresli yaşantılarla hastalık arasında bağlantılar bulunduğunu belirtmişlerdir. Gebelik sırasında evlilikte yaşanan uyuşmazlıklar da hastalık sıklığının artmasına yol açabilmektedir. Belirtiler sıklıkla doğumun olduğu günlerde başlar. Başlaması için geçen ortalama süre 2-3 haftadır, ancak 8 hafta içinde de başlayabilir. Hasta, yorgunluk, uykusuzluk ve dinlenememekten yakınır; ağlama ve duygusal değişkenlikler gösterebilir. Postpartum ataklar da herhangi bir duygudurum bozukluğu atağı gibi olduğundan, sendromun gidişi duygudurum bozukluğu olan hastalardakiyle benzer olur. Hastalar doğumun birinci ya da ikinci yılında başka bir atak daha geçirebilirler. Sonraki gebelikler de yeni bir atak geçirme riskini arttırırlar. Ayırıcı tanıda ilk önce diğer tıbbi bir duruma bağlı psikotik bozukluk veya bir madde kullanımının yol açtığı psikotik bozukluk olasılığı dışlanır. Diğer tıbbi durumlar başlığı altında hipotiroidizm ve Cushing sendromu öncelikle akla gelmeli enfeksiyonlar, zehirlenmeler ve tümörler unutulmamalıdır. Madde kullanımının yol açtığı psikotik bozuklukta ilk olarak pentazosin gibi ağrı kesiciler veya antihipertansifler akla gelmelidir. Hastalığın görece normal bir durum olan ve çok eskiden beri bilinen doğum sonrası hüznüyle karıştırılmaması gerektiğinden söz etmiştik. Doğum sonrası hüzün, sınırları belirgin olan, sadece birkaç gün süren ve genellikle doğumdan kısa bir süre sonra başlayıp o haftanın sonlarına doğru şiddeti azalan ağlamaklı hal, yorgunluk, endişe ve huzursuzluk ile belirli bir duygu durumudur. Doğum sonrası tablolar psikiyatrinin acil tablolarındandır. Tedavide antidepresif ajanlar, lityum ve bazen de bunların kombinasyonları kullanılır. Bebeğini emziren annelerde kullanılan tüm ilaçlar süte geçtikleri için özellikle önerilebilecek bir ajan yoktur. Yine de valproat ve karbamazepinin daha az süte geçtiği bildirilmiştir. Öte yandan, eski ama vazgeçilmez tedavi yöntemlerinden birisi olan elektrokonvülsif tedavi (EKT) bazen hayat kurtarıcıdır. Kendisi de istiyorsa annenin bebeğiyle teması genellikle yararlıdır. Tedavide destekleyici yaklaşımın yanı sıra belirgin çatışma alanlarına ve hastanın annelik rolünü benimsemesine yönelik yaklaşım yararlı olacaktır. Eşin ve ailenin eğitilmesi ile hastaya destek sağlanması da önemlidir. İyi sonuç, premorbid uyumun iyi olmasıyla ve destekleyici bir aile yapısıyla ilişkilidir. Annenin depresyonunun hem bebeğin gelişimini hem de aile dinamiklerini etkileyebileceğinden söz edilebilir.
Aileden söz edildiğinde babanın durumunu da kısaca ele almakta yarar vardır. Postpartum depresyon, doğal olarak yalnız kadınlarda görülmesi beklenen bir hastalıktır, ama nadiren babaların da etkilenebileceğinden söz edilmiş ve bunun baba olmanın heyecanı ile alevlenmiş olası bir ruhsal rahatsızlık olabileceği yorumu yapılmıştır. İlginç olan, babalarda %10’un üzerine çıkan oranlarda postnatal depresyon görülmesidir. Babalarda görülen depresyonun bulguları arasında çökkün duygudurum yanında, gerilim ağrıları, kara kara düşünme, cinsel ilgi ve istek kaybı, uykuya dalmakta zorluk sayılmaktadır. İlginç olan bir başka özellik de annelerde görülen depresyon bulguları ile babalarda görülen arasında belirtiler açısından benzerlikler olmasıdır. Elbette bunun, normal toplumda görülmesi beklenen depresyona kıyasla nasıl olduğu önemlidir. Depresyon belirtileri erkeklerde görülen diğer depresyon tablolarından farklı değildir; fakat, %10’luk sıklık beklenenin daha üzerindedir. Bu araştırma sonuçları bebek doğumunun ardından annelere verilen doğum sonrası ücretli izne benzer tarzda, babalara da doğum sonrası izin veren İskandinav ülkelerinin uygulamalarını haklı çıkarır niteliktedir.