Genel Klinik Bilgi – Tanı ve Değerlendirme – Beyin Görüntüleme Teknikleri V

Bazı durumlarda ROI’nin anatomik noktalara uymadığı görülür. Bu durumlarda uygulayıcının bazı işlemler yapması (manuel drawing) gerekir. Bunlar, rCBF imajlarında yapılan elle çizimlerden veriler toplamak, bir hemisferdeki görüntünün karşı hemisfere tam bir ayna hayali şeklinde taşınması ve ROI’nin ikinci bir imajda takrar yaratılmasıdır. İkinci işlem özellikle hemisferik asimetrileri değerlendirmede, son işlem ise hastanın tedaviden önceki ve sonraki değerlerini karşılaştırmada kullanılır.

SPECT çekimleri sırasında, ortamda belli bir sessizliğin bulunması gerekir. Hasta sırtüstü yatar, gözleri açıktır, kulakları herhangi bir şekilde kapatılmamıştır. Oda hafif aydınlıktır ve tomografinin sesinden başkaca bir ses duyulmaz. Hastaya iki dakikalık bir adaptasyon süresi verilir. Tamamen karanlık ve sessizlik ortamında yapılan çekimlerin, bazal uyaran yokluğunda dikkatin bir düşünceye yoğunlaşmasından ötürü normal bireyler arasında bile oldukça önemli farklıklara neden olabildiği görülmüştür. Benzer sonuçlar PET çalışmaları sırasında glukoz metabolizmasında da görülmüştür.

Kantitatif değerlendirmelerin yanısıra, kalitatif değerlendirmelerin (vizüel enspeksiyon)’de yapılması, mümkündür. Normal rCBF imajlarında hemisferik bir simetri göze çarpar. İmaj asimetrisi sıklıkla çıplak gözle de seçilebilir ve belkide bu kantitatif değerlendirmelere göre bir üstünlük arzeder.

SPECT’in psikiyatrik araştırmalarda önemli bir gelecek vaadettiğini söyleyebiliriz. PET oldukça pahalı ve kullanımı daha sınırlı bir yöntemdir. SPECT’in bugünkü maliyeti 130 000 – 230 000 $ arasındadır. Daha gelişmiş modeli olan PRISM’in maliyeti ise 500 000 $ dır. Bu rakamlarla PET, MRI ve BT’den daha avantajlı olduğu görülmektedir. Teknolojik olarak PET’e göre daha bir kullanım kolaylığına sahiptir. Psikiyatrik araştırmaların geleceğinde önemli biryeri olacağı kuşkusuzdur.

SPECT çalışmaları bugüne kadar genellikle rCBF üzerinde yoğunlaşmıştır. Muskarinik kolinerjik reseptörleri belirlemeye yönelik yalnızca dört çalışma vardır. SPECT’in psikiyatrik çalışmalarda kullanılışı 5-6 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. PET çalışmaları ise yaklaşık 10 yıllık bir süredir sürdürülmektedir.

Normal kişilerdeki SPECT çalışmaları :

Normal kişilerin ortalama beyin kan akımı 50-60 ml/dk/100 gr doku’dır. 1960 lı yılarda multikompartman modelli çalışmalarda gri ve beyaz cevher kan akımları ayrı ayrı değerlendirildi. Gri cevher ortalama kan akımı 87 ml/dk/100 gr ve ortalama beyaz cevher kan akımı 22 ml/dk/100 gr. dır (Wilkinson 1969).

Orbito-meatal (OM) hattın 2 cm üzerinden alınan transvers kesitlerde inferior frontal, inferior temporal ve serebellar bölgelerin rCBF değerleri ölçülebilir. Ancak inhalasyon yoluyla alınan Xe-133’le yapılan çalışmalarda nazal pasajdan geçen Xe-133 frontal bölge değerlerini kontaminasyon yoluyla değiştirebilir. Bu nokta frontal değerler için yanıltıcı olabilir. OM hattın 2 cm üzerinden 2 cm kalınlığında alınan kesitlerde, bazal gangli-yonların alt kısmı ve mid brain’in üst kısımları da görünür durumdadır. OM hattın 6 cm üzerinden alınan kesitlerde orta bölge gri cevher sahası görünür durumdadır. Bu kesitte skalp’in hemen altında kalan bölgede düşük düzeyde bir kan akımı bölgesi çepeçevre görüntüyü sarar. Bu bölgenin daha altında yine bütün beyni dairesel biçimde dolanan ve yu-karıda bahsedilen frontal, parietal, süperior temporal ve oksibital bölge kortekslerinden oluşmuş yüksek kan akımı ihtiva eden ikinci ve ilkine göre daha kalın bir çember vardır. Bu iç içe iki çember (dışarıdaki düşük akımlı ince, içerideki yüksek akımlı kalın) hiç kesintiye uğramadan bütün beyni dolaşırlar. En iç kısımda ise düşük kan akımlı orta bölge gri cevher sahası yerleşmiştir. Bazan bu yüksek kan akım bölgeli çember frontal ve/veya temporal bölgelerde kesintiye uğrar ve “Malta Haçı” görünümünde bir kesit ortaya çıkar. Bazı kişilerde de orta bölge gri cevher sahasında da yüksek kan akımı bölgelerine rastlanır. OM hattın 10 cm üzerinden geçen kesitlerde ise parietal ve frontal lobların üst kısmının kortikal yüzeyleri görünür hale gelir. Ancak bu bölgenin kafatası ve skalp kan akımıyla olan yakınlığı nedeniyle görüntü karışır, o nedenle bu kesitlerin diagnostik anlamı zayıftır. Hastanın pozisyonu değiştirilerek yapılan farklı çekimler aracılığı ile bu süperpozisyona bağlı karışıklık ayıklanmaya çalışılır. En yüksek kan akımının olduğu bölgelerden ikisi de parietal korteks ile oksibital lobun görme alanıdır (yaklaşık 81 ml/dk/100 gr). Bu değer gözler açık biçimde yapılan çekimlerde alınır. Normalde rCBF açısından hemisferik asimetri minimaldir. Farklılık bölgesine göre 0.7-3.4 ml/dk/100 g arasında değişir. Genellikle süperior temporal, oksibital ve santral bölgelerde sag hemisfer kan akımı sola göre, frontal ve inferior temporal bölgelerde de sol, sağa göre daha yüksek kan akımı ihtiva eder. Parietal lob ve serebellumda ise iki taraf arasında anlamlı bir farklılık bulunamamıştır.

Değişik tekniklerle yapılan değerlendirmelerde beyaz cevher kan akımı 20-30 ml/dk/100 gr arasında değişir. Ancak Xe-133 ile yapılan ölçümlerde bu değer daha yüksektir (59 ml/dk/100gr). Xe-133 ile yapılan çalışmalarda genellikle daha büyük bir tutarlılık söz konusudur. Aynı kişide 10 gün arayla yapılan çekimlerde genelikle aynı sonuçlar alınır. Yaş ve cinsiyet rCBF değerlerinde küçük farklılıklar oluşturur. Genellikle kadınların rCBF değerleri erkeklere göre daha yüksektir ve yaşla birlikte her iki cinstede bu değerlerde belli belirsiz bir düşüş meydana gelir.

Kolinerjik reseptörleri değerlendirmek açısından yapılan çalışmalarda I-123 işaretli QNB kulanılmıştır. Bu çalışmalarda beyinde I-123 QNB dağılımı belli bir homojenite gösterir. Yani beyindeki kolinerjik muskarinik reseptörlerin dağılımı az çok homojendir. Fakat serebellumun diğer bögelere göre aktivitesi çok daha düşüktür. Örneğin I-123 QNB verildikten sonra serebellum/nükleus kaudatus aktivite oranı 0.07 olarak ölçülmüştür. Ancak hemen şunu bildirmek gerekir ki I-123 QNB enjeksiyonundan sonra bunun beyindeki tutulumu 15 saate kadar yavaş yavaş bir artış gösterir. Örneğin 15. saatteki beyin I-123 QNB aktivasyonu 2. saattekinin yaklaşık 3 katıdır.

Sensorial stimulusların etkisi : Değişik sensorial uyarıların SPECT çalışmalarındaki etkileri de ayrıntılı olarak incelenmiştir. En çok görsel uyaranlar kullanılmıştır. Görsel uyaranın cinsine göre beyin glukoz tutulumu ve rCBF değerlerinde farklı miktarlarda artışlar meydana gelmektedir. Örneğin görme alanının bir yarısına düşürülen yanıp sönen ve nisbeten parlak bir ışık hafifçe hareket ettirildiğinde karşı hemisfer görme alanında ipsilateral tarafa göre %8 daha fazla glukoz tutulumuna neden olur. Normal asimetri stimulus yok iken %0.5 kadardır. Başka bir çalışmada da parlak beyaz ışığın primer vizüel korteksteki glukoz tutulumunu %9, assosiasyon korteksindeki tutulumunu ise %6 oranında arttırdığı gözlenmiştir. Bir başkasında da görme alanının sol yarısına 20¡ lik açıyla gelen ışığın (maküler bölge), sağ posterior striate kortekste %20 lik bir metabolizma artışına, görme alanının sağ yarısına 60¡lik açıyla düşen ışığın ise sol anterior striate kortekste %10 metabolizma artışına neden olduğu tespit edilmiştir (Kushner 1982).

1985’de yapılan bir çalışmada gözlerin tam karanlık ve hafif parlak ışığa maruz kalması gibi iki farklı durumda hemisferik rCBF değerleri ölçülmüştür. Görsel stimülasyonla görme merkezinde kan akımı 71’den 75 ml/dk/100 gr değerine yükselmiştir. Bu istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşturmamıştır. Ancak ilginç olarak orta bölgenin sol gri cevher yarısında kan akımı anlamlı derecede artmıştır. Bu bulgu Reivich’in (1981) serebrovasküler infarkt geçirdikten sonra görme alanında defekt olan kişilerin talamusunda metabolik aktivitenin azaldığı yönündeki bulgusuyla birlikte değerlendirildiğinde anlamlı olmaktadır. Çünkü pulvinar bölgenin striatal ve ekstrastriatal görme alanlarıyla çok yönlü bağlantıları bulunmaktadır. O nedenle görsel stimülasyon pulvinar bölge ve talamusun yer aldığı orta bölge gri cevher sahasında rCBF’de artışa neden olmuştur.

Emisyon Tomografi çalışmaları, bizim bu güne kadar fokal beyin hasarları aracılığı ile işitme merkezinin yeri konusunda edindiğimiz bilgileri pekiştirmiştir. İşitme merkezi insanlarda silviyan fissürün içinde görünmektedir. Bu bölgenin stimulasyonu karşı kulaktan sesler duyulmasına neden olur. Sekonder işitme merkezi ise daha lateral ve posteriör olarak uzanır (sol hemisfer).

Bir kulaktan verilen işitsel uyarılar kontralateral temporal kortekste %7 oranında artmış bir metabolik hızlanmaya neden olur.

Bir kulaktan verilen işitsel uyarılar kontrlateral primer işitme merkezinin (transvers temporal girus), yanı sıra sol hemisferin diğer bazı bölgelerinde de stimülasyona neden olur. Primer işitme korteksinin yanısıra şu ya da bu derecede aktive olan diğer bölgeler şunlardır: Sol posterior süperior temporal korteks (Wernicke alanı), sol inferior frontal korteks (Broca alanı), sol inferior parietal bölge ve sol süperior motor korteks. Emisyon tomografide işitsel stimülasyonla aktivasyon görülen tek sağ hemisfer bölgesi posterior inferior parietal kortekstir (bu anılan bölgelerin tümü işitsel stimulasyonun hangi kulaktan verildiğini ayırt etmeden aktivasyon artışı gösterirler).

İşitsel uyarılar verbal (sözel) nitelikte olduğunda, uyarının yapıldığı kulaktan bağımsız olarak sol frontal korteks ve bilateral posteriör ve transvers temporal kortekslerde %6-25 arasında değişen oranlarda glukoz tutulumunda artış meydana geldiği bildirilmiştir.

Aynı çalışmada tonal hafıza testleri de kullanılmıştır. Eğer kişiye ses tonları onun çözebileceği bir düzende verilirse (diyelim 2 uzundan sonra 3 kısa ve tekrar 2 uzun gibi) aktivasyon artışı sol posterior superior temporal kortekste görülür; ses tonları rastgele bir düzende verilirse aktivasyon sağ frontal ve parietotemporal bölgelerde meydana gelir. Bu durum beyinde ses düzeninin analizi sırasında da beynin bazı bölgelerinin aktivasyon artışı gösterdiği şeklinde yorumlanabilir.

Benzer şekilde sağ elini kullanan kişilerde nonverbal uyarılar (örneğin müzikal sesler) esas olarak sağ hemisferde inferior frontal, parietal ve superior temporal bögeleri aktive eder. Ancak burada şu noktayı gözardı etmemek gerekir. Verilen işitsel uyarılar karmaşık bir yapıdadır ve her zaman işitme merkezinin yanısıra kognitif fonksiyonlarla ilgili merkezleri de uyarmaktadır. O nedenle işitsel uyarılara cevap veren kortikal bölgeler yalnızca işitme ile ilgili bölgeler değildir.

Somatosenrorial uyarıların yaptığı serebral aktivasyonu değerlendirecek olursak en önemli çalışma olarak karşımıza Ingvar’ın (1976) ve Buchsbaum’un (1983) araştırmaları çıkar. Ingvar sağ önkola uyguladığı ağrılı stimülasyonun frontal kan akımında artışa neden olduğunu görmüş, Buschbaum da bu bulguyu teyit etmiştir. Buchsbaum aynı çalışmada afektif hastalarda ön-arka beyin arasındaki glukoz kullanım farklılığının (gradient) küçüldüğünü de tespit etmiştir.

Kognitif aktivasyonun yarattığı değişiklikler : Beyinde kognitif aktivasyonun türüne göre değişik bölgelerde kan akımında ve metabolik aktivasyonda artma gözlenir. Örneğin konsantrasyon ve dikkat gerektiren bir işlem sırasında özellikle sol hemisferde daha belirgin olmak üzere anterior frontal bölgelerde aktivasyonda artış gözlenir (Meyer 1978). Ancak eğer bu işleme karşı kişi bir alışkanlık gösterirse bu durumda aktivasyondaki artış tekrar geriler (Risberg 1977).

Öyle görünmektedir ki, çalışma sırasında uygulanan test ve uyarılara kişinin şu ya da bu şekilde geliştirdiği alışkanlığı, yatkınlığı farklı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir.

Meyer’in 1980 deki çalışmasında normal kişiler hafif karanlıkta, mümkün olduğunca gevşek ve rahat pozisyonda konuşarak, aritmetik işlemler yaptırılarak ya da değişik görsel işitsel uyarılar kullanılarak psi-kofizyolojik bir aktivasyona tabii tutulmuşlardır. Bu işlevler sırasında sol hemisfer kan akımında %11, beyin sapı-serebellar bölgelerde ise %20 artma meydana gelmiştir. Bunun yanı sıra frontal, silviyan-operküler, posterior ve inferior temporal bölgelerde de hafif aktivasyon gözlenmiştir. Bu metabolik ve rCBF değişiklikleri hem genç hem de yaşlı hastalarda gözlenmektedir. Halbuki yaşla birlikte beyin kan akımının azaldığını biliyoruz. O halde kognitif fonksiyonların yarattığı rCBF artışı, yaşla birlikte olan azalmayı dahi aşabilecek büyüklüktedir.

Öte yandan verbal-spasyal test dikotomisi uygulanarak yapılan PET çalışmalarında; daha çok verbal testlerin sol hemisferde bir aktivasyona neden olduğu, spasyal testlerin ise her iki hemisferde (ancak öncelikle sağ hemisferde) bir aktivasyona neden olduğu görülmüştür.

Buradan çıkarılabilecek sonuç, verbal işlevlerin beynin daha lokalize alanlarında, buna karşılık spasyal işlevlerin daha geniş ve dağınık bir alan ya da alanlarda, fakat öncelikle sağ hemisferde yürütüldüğü olmalıdır.

Farmakolojik aktivasyon : Kognitif aktivasyon bir internal akivasyon şeklidir. Yani beynin kendi kendini aktive etme şeklidir. Halbuki farmakolojik aktivasyon eksternal bir uyarıdır. Eksternal uyarı olarak asetazolamid (Diamox), hiperventilasyon ve %5 CO2 inhalasyonu kullanılabilir. Her üç uyarma şeklinde de beynin lokal CO2 içeriği değişerek, otoregülasyon mekanizmaları aracılığı ile rCBF miktarı farklılaşma gösterir. Asetazolamid stimülasyonunda 1 gr ilaç 10-20 dakikalık bir süre içinde IV olarak verilir. Bu işlemle beyin kan akımında %33 oranında simetrik ve uniform bir artış meydana gelir.

Şizofrenide SPECT bulguları :

Şizofrenide SPECT çalışmaları diğer psikiyatrik bozukluklara göre daha fazla yapılmıştır. Kety ve Schmidt 1948’de yaptıkları ilk çalışmada şizofrenlerle normal kişiler arasında herhangibir farklılık bulunmadığını bildirmişlerdir. Ancak bu çalışmadan sonra Kety eğer uygun bir teknik geliştirilebilirse hasta ve kontrol gruplar arasında bölgesel kan akımı açısından farklılıkların yakalanabileceğini bildirmiştir. 25 yıl sonra Ingvar ve Franzen intraarteriel olarak verilen Xe-133 ile yaptıkları çalışmada şizofrenlerin frontal rCBF da azalma olduğunu tespit etmişlerdir.

Yine Ingvar 1980’de pozitif ya da negatif semptomların önde olmasıyla istirahat durumundaki rCBF da değişimler olduğunu bildirdi. Ona göre en yüksek kan akımı pozitif semptomların olduğu olgularda görülürken, en düşük kan akımı da tersine negatif olgularda görülmekteydi. Yine kognitif bozukluk ve hallusinasyonların bulunması postsentral bölge kan akımıyla pozitif, frontal bölge kan akımıyla da negatif korelasyon göstermekteydi. Bütün bu bulgulara bağlı olarak Ingvar beyin kan akımındaki farklılıkları, subkortikal ve kortikal projeksiyon sistemlerindeki (sıklıkla da kateşolaminerjik projeksiyon sistemi ) bazı fonksiyonel defektlere bağlamıştır.

Benzer şekilde Buchsbaum’da 1982’de Şizofrenlerde, nedenini kortikal/subkortikal dopaminerjik fonksiyon bozukluğuna bağladığı, azalmış bir frontal glukoz metabolizması olduğunu bildirmiştir.

Daha sonraki bazı çalışmalar Ingvar’ın bulgularına ters sonuçlar vermiştir. Örneğin rCBF’nin yalnızca sağ frontal bölgede azaldığı (Matthew 1981) rCBF nin ön-arka gradientinde azalma olduğu (Ariel 1983), hallusinasyonları olan hastaların postsentral bölge kan akımında artma değil azalma olduğu (Matthew 1982) yönünde bulgular veren çalışmalar bunlara örnektir. Ingvar ve Matthew’in çalışmaları arasında bu kadar önemli bir farklılığın ortaya çıkması, daha sonradan, Matthew’in çalışmasında yer alan hastaların çok genç olmalarına bağlanmak istenmiştir.

Hastaların semptomatolojik irdelemesi ile birlikte rCBF ve oksijen tutulumu değerlendirildiğinde akut psikotik ve pozitif semptomlu hastaların artmış rCBF ve artmış oksijen tutulumu, negatif semptomluların ise azalmış rCBF ve azalmış oksijen tutulumu gösterdikleri, bu tespitin ise beyin fonksiyonu ile semptomatoloji arasındaki bir ilişkiye işaret ettiği doğrulanmıştır.

Gur 1983’de şizofrenler ve normallerde istirahat rCBF değerleri arasında anlamlı farklılık bulamazken, verbal ve verbal olmayan işlevler sırasındaki hemisferik aktivasyon anında bu farklılığın ortaya çıktığını bildirmiştir. Gur’a göre şizofrenler verbal aktivasyon anında rCBF’da simet-rik bir artış gösterirlerken, verbal olmayan işlevler sırasında daha çok sol rCBF’da bir artış gösterirler. Normal kişiler ise verbal işlevler sırasında daha çok sol hemisferik aktivasyon, verbal olmayan işlevler sırasında ise sağ hemisferik aktivasyon gösterirler.

Berman 1986’da şizofrenlerde Wisconsin Eşleştirme Testiyle (WCST) çalışmıştır. Bulduğu sonuç; kontrol grubunda WCST esnasında frontal kan akımında belirgin bir artış olurken, aynı artışın şizofrenlerde bulunmayışıdır. Bu çalışma daha sonra nöroleptik alan hastalarda da tekrarlanmıştır. Bulunan sonuç yine aynıdır. Aynı araştırıcının daha sonra sürekli performans testi (CPT) nin iki versiyonunu kullanarak yaptığı bir ikinci çalışma daha vardır. Bu test dikkat , canlılık , motivasyon performans ve zihinsel efor gerektirip frontal lob işlevlerine özgü değildir.

Şizofren hastalar, CPT uygulaması sırasında normallerden rCBF açısından farklılık göstermezler. O halde hastaların WCST de gösterdikleri bulgular nonspesifik bir dikkat bozukluğuna yorulamaz. Yani şizofrenler intakt bir frontal lob gerektiren test ya da işlevlerde becerikli olamamaktadırlar. Çünkü normallere göre, bu bölgedeki kan akımını, anılan bu test ya da işlevler sırasında yeterince arttıramamaktadırlar.

Şizofrenlerde PET çalışmaları da yapılmıştır ve bunlar SPECT’in hipofrontalite bulgusunu desteklemektedir. Bu çalışmalarda ortaya çıkan genellikle frontal korteks ve sol subkortikal gri cevherde glukoz tutulumunun azalmasıdır. Daha değişik bir çalışmada ise glukoz tutulumunun fronto-temporal (korteks) oranında düşme tespit edilmiştir. Başka bir çalışmada ise hem şizofrenlerde hem de duygulanım bozukluğu olan hastalarda glukoz tutulumunun ön ve arka beyin bölgeleri arasındaki farkının düştüğü belirlenmiştir. Buna neden de frontal bölgede glukoz tutulumunun azalması değilde oksipital bölgede tutulumun artması olarak gösterilmiştir.

Farkas 1980’de uzun süreli olarak takip ettiği tek bir şizofren olguya ait glukoz tutulum çalışması yayınlamıştır. Hasta şiddetli işitsel ve somatostetik hallusinasyonlarının olduğu devrede frontal kortekste %40 oranında azalmış gukoz tutulumu gösterdi. Aynı anda somatosensorial korteks ve sağ temporal bölgedeki tutulum daha yüksek oranlardaydı. Bu tespitten sonra başlanan nöroleptik tedavisi 4 ay boyunca devam etti ve frontal bölgenin glukoz tutulumu giderek yükselerek normalin %75’ine yükseldi ve hemen ertesinde rölaps oluşarak frontal korteks’deki tutulumu tedavi-den önceki düzeye düşürdü. Bu durum şizofrenideki hipofrontalite bulgusunun doğrudan hastalığa bağlı bir proçes olduğunu vurgular.

Ancak diğer bazı çalışmalar nöroleptiklerinde rCBF ve glukoz tutulumunu etkilediğini göstermiştir. Örneğin Risberg (1980) haloperidol tedavisinden önce ve sonra 20 paranoid hasta üzerinde çalışmıştır. Aldığı sonuç pskotik semptomların ve rCBF azalmasının birbirine paralel gittiği yönündedir. Ancak semptomlarda %50’den fazla bir azalmanın olduğu olgularda kimi zaman rCBF azalması %15 düzeylerinde kalmakta, kimi zamanda minimum miktarlarda azalma gözlenmektedir. Bu durum dolaylı olarak nöroleptiklerin etkisini düşündürmektedir. Çünkü eğer hastalığın kendisi frontal bölge kan akımında bir şekilde azalma yapıyorsa, klinik tablonun düzelmesiyle frontal kan akımında artma beklemek gerekecektir. Halbuki sonuçlar her zaman bu yönde değilde tam tersi yönde çıkabilmektedir (Risbergin çalışmasında olduğu gibi). Bu durumu yaratanda nöroleptik etkisi olabilir.

Şizofrenlerle ilgili en kapsamlı SPECT çalışmalarından birisi 1985 de yapılmıştır (Devous 1985). Bu çalışmada 21 i paranoid, 17 si farklılaşmamış ve 2 si dezorganize tipte sağ elini kullanan toplam 40 erkek şizofren hasta 31 kişilik bir kontrol grubuyla karşılaştırılmıştır. Hastalara WCST ve Luria-Nebraska test bataryası (LNNB: beyin fonskiyolarını çok yönlü değerlendiren bir test) ve parmak dokundurma testi (Finger Tapping test: premotor ve motor sahalar başta olmak üzere frontal lob fonksiyonlarını değerlendiren bir test) uygulandı. Bütün şizofren hastaların kontrollere göre hem sağ hem de sol hipoperfüzyon gösterdikleri, paranoidlerle paranoid olmayan grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşmadığı, ancak yine de paranoidlerin hipofrontalitesinin öteki gruba göre daha belirgin olduğu tespit edildi. Sağ ya da sol frontal bölgede anormal rCBF gösteren tüm hastaların %84’ü paranoid olgulardı. Hastalarda sağ ve sol temporal rCBF’de anormallik gösteren bir grupta mevcuttu. Özellikle sağ temporal hipoperfüzyon gösteren paranoid olmayan şizofrenlerin sayısı fazlaydı. Her iki hemisferin ayrı ayrı kan akımı değerlendirildiğinde, paranoidlerin, kontrollere göre her iki hemisferde de daha yüksek kan akımı gösterdikleri (paranoidler için sol hemisfer 70 ml/dk/100 gr dak, sağ hemisfer 73, kontroller için sol 64, sağ 65) bildirildi. Nonparanoid grupta ise kontrollerden farklı bir hemisferik kanlanma söz konusu değildi. Bu sonuçlarla paranoid olgular için bildirilen hipofrontalitenin rölatif bir kavram olduğunu, hipofrontalitenin, artmış hemisferik perfüzyona rölatif oluştuğunu söyleyebiliriz. Çünkü önceki çalışmalardan da hatırlanacağı üzere hastalarda ön-arka beyin arasındaki kanlanma ve glukoz tutulumu arasındaki farkın ortadan kalktığı, bunun ise frontal bölge kanlanmasındaki düşüşten çok oksipital bölgedeki artıştan kaynaklandığı ileri sürülmüştü. Öyle görünmektedir ki oksipital bölgedeki kanlanma artışı hem hemisferin total kan akımını yükseltmekte, hem de frontal bölgelerdeki kanlanmayı rölatif olarak düşük göstermektedir.

Öte yandan frontal lob disfonksiyonunun, nöropsikolojik testlerde performans düşüklüğü getirdiği, örneğin sol frontal lob disfonksiyonunun WCST’de daha fazla hataya neden olduğu, parmak dokundurma ve LNNB motor skala testlerinde (her iki elde birden) beceriksizliklere neden olduğu bildirilmektedir.

Semptomatoloji ile rCBF arasında bağlantı kuran çalışmalarda ilginç sonuçlarla karşılaşılmıştır. Pozitif semptomların önde olduğu hastalarda sol temporal rCBF ile semptomatoloji arasında kuvvetli pozitif, sağ temporal rCBF ile ise orta dereceden bir pozitif korelasyon olduğu gösterilmiştir. Buna karşılık negatif semptomların önde olduğu hastalarda sağ temporal rCBF ile semptomatoloji arasında negatif bir korelasyon bulunduğu bildirilmiştir.

Paranoid şizofren hastaların frontal hipoperfüzyon bulgusu simultane EEG kayıtlarıyla karşılaştırıldığında da ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Nöropsikolojik test uygulamaları sırasında normallerde delta ve alfa dalga amplitüdlerinde azalma olurken aynı işlev sırasında paranoid hastalarda delta ve alfa dalga amplitüdlerinde artış meydana gelmektedir. Bu durum paranoid hastalardaki hipofrontalite bulgusunu destekler özelliktedir (Herman 1986).

Sonuç olarak şizofren hastalarda, özellikle sol da belirgin olmak üzere frontal kortikal aktivasyonda bir anormalite vardır. Bu bulguyu destekleyen önemli bir sonuçta bu hastalarda beynin ön-arka bölgeleri arasındaki kan akımı farklılığının (normallerde ön beyin bölgeleri arkaya göre daha fazla kanlanır) ortadan kalkmış olmasıdır. Bu yöndeki bir bulgu afektif hastalarda da gösterilmiş ancak daha sonra teyit edilememiştir. Nöropsikolojik testler aracılığı ile irdelenen kognitif fonksiyonlarında frontal rCBF defektine bağlı ve ona paralel olarak bozulduğu (şizofrenlerde) kanıtlanmıştır (Devous 1989).